İngiltere’nin Omicron varyantının kontrolüne girdiği şu günlerde televizyonlarda halkı 'booster' denen ek aşılarını olmaya davet eden haberler dışında bir şey bulmak mümkün değil. 18 yaşından büyük herkesin yılbaşına kadar aşılanması hedefi kondu. İngiltere’deki en büyük gündem yeni Kovid dalgası uyarısı ve 3’ten 4’e yükseltilen Kovid güvenlik seviyesi. Geçen yıl Noel zamanında evlere kapanmak zorunda kalan İngilizler bu yıl da aynı durumla karşı karşıyalar. Ne yapalım, online alışveriş yapıp, evlerde oturmaya devam.
Halbuki hafta sonu, ek aşımı çoktan yaptırmanın verdiği güvenle Soho’da gezmeye çıkmıştım ne güzel. Londra’nın bana Beyoğlu’nun eski zamanlarını hatırlatan semti Soho’nun tam göbeğindeki Bar Italia’nın önünden geçerken durup bir espresso içmeden yapamadım ve buranın ne kadar acayip bir yer olduğunu bir kez daha hatırladım.
Bar Italia teknik olarak içinde basit içkilerin de satıldığı bir kafe. 1949 yılında bir İtalyan aile tarafından açılıyor ve o günden bugüne aynı yerde hizmet veriyor. Yerlerdeki parke taşları, duvarlar, ufak tefek detaylar hiç değişmemiş. O dönem garsonların vardiya değişimlerinde uğradıkları, ucuz ama iyi hazırlanmış şeyler atıştırıp sohbet ettikleri bir yermiş.
70’lerde alternatif kültür semte nüfuz etmeye başlayınca müdavimler de değişmiş. Sahibi Anthony Polledri dedesinin açtığı dükkânı işletmeye devam ediyor. Anlattığına göre, Soho 80’lerde genç âşıkların gelmeyi sevdiği, romantik, alternatif bir yermiş. 90’lardaysa 24 saat yaşayan şehrin eğlence merkezi haline gelmiş. Ve Bar İtalia her türden müşteriyle dolup taşmış.
Bu civarda 24 saat açık ilk mekân olarak gece hayatının müdavimlerini kaçınılmaz olarak ağırlamaya başlamış. Oyuncular, müzisyenler, başta ünlüler burada kahve içmeye ve gece yarısı atıştırmasına gelmeye başlamış.
Pulp’ın “Bar Italia” adlı şarkısında burası anlatılıyor. Bugün duvarlarda buraya gelen Paul Weller’dan Emili Ratajkowsky’ye pek çok ünlü ismin resimleri var.
Burası bir nevi Soho’nun Bambi’si. Benzetmeler yapmayı seven biri olarak edindiğim izlenim tam olarak bu.
Ama beni buraya getiren ne gece hayatı, ne ünlüler, ne de sandviçler. Tek hedefim var, o da kahve.
Burada 50 yıllık bir Gaggia marka espresso makinesi olduğunu duydum ve gidip görmeden edemedim. Girişte hemen sağ tarafta tezgâhın üzerinde 60’lardan beri hiç yeri değişmeden duran bu kırmızı makine inanılmaz bir emekçi. Dolup boşalan espresso hazneleri, uzun mekanik kolları indirip kaldıran barista’lar ve tıslaya pıslaya her gün yüzlerce kahve yapan bu kırmızı antika makine inanılmaz.
Dışarıdaki masalarda yaz kış, yağmur demeden oturan turistlerin, ellerinde şampanya bardaklarıyla kutlamaya erken başlayan müdavimlerin arasından sıyrılıp içeri girdim. Küçük bir kuyrukta bekledikten sonra eksantrik garson bana espresso vermeyi kabul etti. Daha sonra bir türlü para ödeyecek kimse bulamamam ve “Acele etme, ödersin” tavırları ayrı mevzu.
Bu Gaggia makine vintage bir araba, gitar ya da spor ayakkabı gibi. İnanılmaz bir tasarımı var ve sizi anında İtalya’nın kalabalık sokak kahvelerine ışınlıyor. Espresso inanılmaz iyiydi. 1960'lardan bugüne burada bu makineden kahve içen insanlarla otomatik olarak bir bağ kurmak gibiydi.
Aklıma tabii ki sevgili dostum Beyoğlu’m geldi. Son yıllarda çok ayrı düştük onunla, çok da özledim. Artık senede birkaç kaç gün dışında görüşemesek de kalplerimiz hep beraber. Duyduğuma göre zor günler geçiriyor ama yakında her şey düzelecek. Beyoğlu yeniden toparlanacak ve dünyanın en önemli kültür noktalarından biri olmaya devam edecek.
Espresso üzeri peynirli domatesli sandviçimi de yedikten sonra Soho’nun kalabalık, dar, ıslak sokakları arasında kayboldum. Aklım içtiğim espresso’da ve Beyoğlu’nda kaldı.