Doksanların İstanbul’unun popüler cover grubu Blue Blues Band’in hikayesini anlatmaya girişiyor “Blue” filmi. Bunu yaparken ekibin iki üyesi Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı’nın hikayelerine odaklanıyor. Ancak temelde 90’ları bir parça olsun yeniden yaşatması bakımından bile önemli.
Bu filmde insan hikayesi var evet ama bir dönemin ipuçlarını arayarak farklı gözlemler yapmak, zamanda yolculuğa çıkmak da mümkün.
Ben de oralardaydım
Benim bu filme bakışım kişisel nedenlerden “biyografik” oldu.
O mekanların hepsinde o görüntüler alınırken ben de oralarda bir yerlerdeydim. Köşede barın önündeydim belki. Belki tuvalet sırasında muhabbetteydim. Belki Kemancı’da Yavuz Çetin “Mary Had A Little Lamb” derken sahne önünde hafifçe sallanıyordum, belki Hayal Kahvesi’nde sahnenin tam köşesinde bas çalan Sunay’ın dirseğinin altındaydım. Belki Mojo’da Kerim Çaplı “Superstition”ı söylerken kalabalığın arasında ite kaka yolumu arıyordum.
Kot mont, uzun saçlar ve çizmelerle oralarda bir yerlerde gelecekte olacaklardan habersiz, tek düşüncesi etrafındakiler gibi şu yasaklarla dolu dünyada biraz olsun rahat ve özgür hissetmek olan, bunu yapmanın başka yolunu da bilmeyen gençlerden biriydim işte.
O görüntüleri, o
Albümde bazı şarkılar dinlerken Portekizce bir şarkı dinliyor izlenimine kapılabilir insan. Sanki bir fado vokalisti farklı tarzlara açılan bir albüm yapmış. Ya da Güney Amerikalı genç bir vokal, Gilles Peterson ile yeni bir işe imza atmış. Sao Paulo’nun hip mahallelerinden sesini duyurmuş Ceu’nun yeni albümü “Tropix”ten bir şarkı çalıyor sanki.
Bunun gibi hislere kapılma ihtimali, Sakpınar’ın vokal rengi ve Türkçeyi kullanma biçiminden ileri geliyor. Bu Türkçe şarkılar, onun dilinde ve sesinde evrensel bir hal almış. Hem müzik hem sözler açısından her milletten insana derdini anlatacak bir dil bulduğunu söyleyebiliriz Sakpınar’ın. Önceki albüm “Oraya Doğru”da da gözlemlenen ancak giderek ustalaşılan bir dil bu.
Yolunu arıyor
“Hazineler İçindesin” albümünde bütün söz ve müzikler, birkaçı hariç düzenlemeler de Sakpınar’a ait. “Çok Güzel Şey”de Melih Cevdet Anday’ın şiiri kullanılmış. Sakpınar’a tanıdığı, daha önce de bir kısmıyla çalıştığı müzisyenler eşlik ediyor. Davulda Berke Can Özcan, synthe ve düzenlemelerde Burak Irmak, basta Feryin Kaya, gitarda Ertuğrul Güney, synthe’de Alican İpek. Ercan Irmak ney, Gunnar Halle trompet çalmış.
Kayıtları Okan Yalabık ve Meriç Şeker
Günümüzde bir yazıyı kimin yazdığı artık okuyucu için hiç önemli değilmiş. Bir haberin altındaki imza da kimsenin umurunda değil. Önemli olan aslında yazı ya da haberin kendisi de değil. Önemli olan, bu malzemeyi kimin paylaştığıymış.
“Ne iş yapıyorsun?”
“Paylaşıyorum.”
Bugün geçerli bir yanıt sizin anlayacağınız.
Teknoloji blogu Mashable’da yer alan haberi ilgiyle okudum. Araştırmalara göre bugün medyanın güvenilirliğini paylaşanlar belirliyor.
Mashable’ın Facebook’ta yaptığı araştırmaya göre kimsenin ne tam olarak yazıyı ne da bu yazıyı yazanı hatırladığı ortaya çıkmış. Sadece hayal meyal “Bizim Hamdi abi paylaşmıştı galiba” düzeyinde bir gaz bulutu var insanların zihninde.
Bu tabloya her dakika paylaşılan onlarca son derece önemli (!) son dakika haberini de eklerseniz, günün sonunda yatağa yattığımızda “N’oldu ya şimdi bugün özetle neyi anladık, amaaan neyse hadi iyi geceler” diyoruz ve konu kapanıyor. Sabah tantana kaldığı yerden başlıyor.
“Televizyon izlemiyorum ben”den geldiğimiz nokta loş bir evde güzel bir müzik dinleyerek kitap okumak olmadı elbette. Ekranın yerini timeline aldı (hatta çoğu zaman iki ekranlı artık hayatımız).
Acaba “Amy” belgeselini izlerken baba Mitch Winehouse’dan nefret etmeyeniniz var mı? Kızının bir mutsuzluk, uyuşturucu, sevgisizlik açmazında yok olup gittiğini göre göre para için, şöhret için, kendi egosu için her şeye seyirci kalan, kızını değil kendini düşünen bir baba vardı bu belgeselde.
Gerçekten de böyle miydi? Olayın diğer yüzü olabilir miydi? Bu belgeselde babaya kendini ifade hakkı tanınmış mıydı? Hayır. Yönetmen Asif Kapadia’nın bir bakış açısı vardı ve filmin kurgusu bu bakış açısını kuvvetlendirmek üzere yapılanmıştı.
Ben baba haklıdır haksızdır konusuna girmiyorum. İlgimi çeken yönetmenin kendi görüşüne ve inanışına göre olayları kurgulaması; anlatacağı hikayeyi (ki gerçek hayattır, olaylar gerçektir, görüntüler gerçektir) vurgulu, güçlü anlatmak için manipüle etmesi. Baba berbat bir baba ama Kapadia bu kadar nefret ettirmese, belki film bu kadar ilginç ve çekici olmayacaktı. Dram bu derece görünür olmayacaktı.
Belgeseller filmleşiyor
Yönetmen hikayesini anlatmak için gerçeği eğip büktü, ilgimizi çekmek için, bizi hikayeye bağlamak için bunu tercih etti. Amy’ye bağlanmamız için babadan nefret etmemiz gerekiyordu.
Hepsine okey, yönetmen patron. Ama bir sorun var. Fiction
Cumhuriyet aydınının gözündeki Anadolu meselesi bitmek tükenmek bilmeyen bir imgelem denizi ve esin kaynağı olmaya bugün de devam ediyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana, “Orada bir köy var uzakta” diyerek bir köy hayal ediyoruz ve o köye methiyeler düzüyor, hikayeler yazıyoruz. O köye dair binbir hayal kuruyoruz. Gidip görsek de hayaller kuruyoruz, görmesek de.
Bazen TRT Halk Müziği Korosu olarak o köyü akademik düzeyde ele alıyoruz, bazen Anadolu pop, Anadolu rock ile o köyden kahramanlık ve yol hikayeleri çıkarıyor, gitarın tellerine vuruyoruz.
O köyden türkü de çıkıyor, senfoni de oratoryo da, psychedelic rock da çıkıyor, indie müzik de dub da... Zaman değiştikçe neler çıkmıyor ki.
Köy aynı köy, bin yıldır orada duruyor ama biz değiştikçe, devir değiştikçe zihnimizdeki köy de değişiyor, gelişiyor, türlü hallere bürünüyor.
Ne onunla ne onsuz
O köye romanlar, şiirler yazıyoruz. O köyde geçen polisiye çekiyor, sonra ödülümüzü alırken yalnız ve güzel ülkemize selam çakıyoruz.
Bu ülke dediğimiz “yalnız ve güzel” şey de çoğunlukla işte o gitmesek de görmesek de bizim olan köy oluyor aslında. Çoğu zaman gidince gayet sıkıldığımız, bir yere giderken meydanında çay içip iki yaşlı ded
7638. 2016 yılında Türkiye’de trafik kazalarında hayatını kaybedenlerin sayısı. Bunların 1311’i 15-29 yaş arası gençler. Bu kategoride dünya birincisiyiz biz, biliyor muydunuz?
Dünyadaki bütün ülkeler arasında bütün trafik kazalarında en fazla genç bizde hayatını kaybediyor. Bir kişiyi kaybetmek bile çok acıyken bu alanda dünya birincisiyiz.
Dolar, borsa, altın kadar yakın takip etmediğimiz istatistikler bunlar tabii. Her gün insan açıp bunlara bakmıyor. Yeri geldi yazayım istedim.
***
Geçen hafta bugüne kadarki jüri deneyimlerimden belki de en ilgincini ve en zevklisini yaşadım. Doğuş Otomotiv’in trafikte sorumluluk ve trafik güvenliği temalı “Trafik hayattır” jingle yarışmasının jüri üyesiydim.
Beste ve şarkı yarışmalarında daha önce defalarca jüri üyeliği yapmış biri olarak gelen işlerin ve katılanların niteliği karşısında şaşırdım açıkçası. Demek ki insanlara bir tema verdiğinizde ve insanlar bu tema üzerine düşünüp kendilerini zorladıklarında çok yaratıcı işler yapabiliyorlar. Demek ki güneş doğdu, güneş battı, yağmurlar yağdı, mutsuzum, yalnızım, sensizlik dışında lafları var gençlerin. Demek ki yaratıcılık da bir disiplin gerektirebiliyor zaman zaman gibi iç seslerle dinledim
Stephin Merritt 1965 doğumlu. 2015’te kaydetmeye başladı bu albümü (“50 Song Memoir” - The Magnetic Fields / Nonesuch Records). 50 yaşında stüdyoya girdi ve orta yaş krizini üstü açık araba, genç sevgili, mavi gömlek, pembe yakaları kalkık tişört ve puro ile değil, en iyi bildiği şeyi yaparak, şarkı besteleyerek idrak etmeyi tercih etti.
ABD’de pek çok Boston çıkışlı ekip gibi (mesela Karate) üzgün aşk şarkılarıyla kendine kariyer inşa eden Merritt için müziğin Woody Allen’ı yorumunu yapabilirim. Allen gibi komik değildir ama kendisiyle dalga geçmeyi başarır. Üzgün şarkılarında her zaman, sözlerle olmasa bile müzikle size geçirdiği bir mizah hissi vardır. Onun 50 yaş albümü bu bakımdan ilgi çekici. Woody Allen’ın o yaşlarda neler yaptığını biliyoruz, Merritt müzikal açıdan neler yapmış acaba? Böyle şeyleri merak etmek de bir hastalık olabilir tabii.
Anılar... Anılar...
Bir defa her yılı bir şarkıyla hatırlamak konsept olarak hem çılgınca hem de çok mantıklı. Her şarkı bir anıya, o yılın en önemli anısına odaklanmaya çalışıyor. Bu bakımdan şarkılarda geçen isimler, olaylar son derece subjektif. Ve buna şaşırmak yersiz. Ve her şarkı şahane değil, her anı gibi.
Nedeni nasılı ne olursa
Bir albümün kapağını açtığınızda içinde sizi karşılayan bilgiler, o albüm hakkında bir ipucu verir mi, vermez mi? Verir. Bakın bu albümün kapak içinde şunlar yazıyor:
“Recorded at Volkan Öktem’s studio. Additional recordings at Sarp Maden’s and Alp Ersönmez’s home studios.”
Çok net, çok temiz. Herkes kendi stüdyosunda çalışmış, uçmuş, takılmış, kendi müzikal alemine dalmış, kendinden geçmiş. Üç müzisyen, üç enstrüman, üç kişisel stüdyo.
Deneysel gitar solosu
Roger Waters’ın aktardığı bir hikaye vardır. “Wish You Were Here” kayıtları sırasında ileride grubu dağılmaya götürecek yabancılaşma ve farklılaşma çoktan başlamıştır. Her bir üyenin albüme dair o kadar farklı fikirleri ve yaklaşımları vardır ki ve Waters hepsine o kadar fazla muhalefet etmektedir ki artık aralarındaki iletişim kopmuştur. Konuşmak yerine herkes enstrümanına sarılır.
Waters kayıtlar sırasında dört üyenin enstrümanlarını ve teknik kurulumlarını birbirilerine sırtlarını döndükleri bir çember oluşturacak şekilde konumlandırdıklarını anlatır. Böylece aynı odada ama birbirlerine sırtlarını dönmüş bir şekilde birbirlerini görmeden kendi başlarına çalmaktadırlar. Albümü bilenler baştan sona “yabancılaşma” temalı bu