Tablet ve bilgisayarı kabine almak yasakmış artık ABD’ye ve İngiltere’ye giderken. Yani bize yasakmış. ‘Bağzı’ Müslüman ülkelere...
Bavula koymak gerecekmiş bundan sonra. Teröristlere karşı güvenlik önlemiymiş. Bu güvenliklerin ucu hep bize dokunuyor. Kaderimiz böyle demek. Önce su şişeleri, parfümler, deodorantlar gitti, şimdi de bu.
Fakat bir millet şokta. “Neden İsviçre’den, Avusturya’dan, Norveç’ten kalkan uçaklarda serbest de bize yasak?” diye soran var. Allah allah acaba neden? Neyse oralara girmeyeyim. Soruyu herkes kendisine göre yanıtlasın.
Ve bir millet yıkılmış durumda. “Artık çalışmayacağız uçakta!” diyorlar. Sanırsınız bazılarımız uçakta maillerini temizleyemeyecek, dizisini seyredemeyecek diye ülke çökecek.
Yasaklar listesine baktım. Dizüstü bilgisayar, tablet, kindle vb gibi aletler dışında yasaklılar arasında ‘travel printer’ var. Seyahat boyutunda printer (!) alan var yanına demek ki uçağa. Ben denk gelmedim ama büyük arıza yapardım herhalde. Yanında printer’la gelen uçağa binmesin bana kalırsa, demek ki çok meşgul bu kişi. Otursun işini yapsın, bu kadar acilse kâğıt çıkışları. Neyse ki artık böyle bir tehlike yok, insanın Trump’a teşekkür edesi geliyor. Düşünsenize,
Sahra Çölü coğrafyasında göçebe olarak yaşayan Tuareg topluluklardan çıkan, bu bölgelerde bu şartlarda, çoğu zaman çok zorlu ortamlarda yetişen, bir araya gelen gruplar, bugün dünyaya seslerini giderek daha gür duyuruyorlar. Bugün artık “desert blues” veya “Tuareg blues” diye bir kategoriden rahatlıkla söz edebiliriz.
Tuaregleri anlatıyor
Mali, Moritanya, Nijer, Fas, Burkina Faso, Cezayir, Libya gibi ülkelere dağılan Tuareglerin müziği Avrupa ve ABD başta olmak üzere dünya çapında festivallerin beğenilen, ilgiyle takip edilen müzik türü. Geçen hafta bu müziğin en tanınmış ismi Tinariwen İstanbul’da Zorlu PSM’de bir konser verdi. Bu hafta da 31 Mart Cuma akşamı Malili Tamikrest Salon’da sahneye çıkacak.
Tamikrest 2006’da bir araya gelmiş Malili bir ekip. Tuaregler göçebe olduklarından aslında ülkelerden ziyade Sahra Çölü’nü yaşam alanı olarak belirliyorlar. Çoğu savaşlar yüzünden göç etmek zorunda kalmış. Mesela az önce bahsettiğim Tinariwen aslen Cezayirli ancak Mali çıkışlılar. Bir diğer isim, bu müziğin ABD’de çok tanımış ismi Bombino lakaplı Goumar Almuctar Nijerli ama 1990’daki Tuareg isyanı sırasında aile Cezayir’e sığınıyor ve sanatçı burada ve Libya’da kamplarda büyüyor.
Tamikre
Bugünlerde plağa basılan albümler, derlemelerle ilgili haberlerin artması umut verici. Akmaz kokmaz, ele gelmez dijital müzik dünyasında koltuğunuzun altına koyup eve götüreceğiniz yeni ve orijinal içerikli albümlerin çoğalmasından güzel ne olabilir? Geçen hafta “Uzelli Psychedelic Anadolu” plağından bahsetmiştim, bu hafta yolum gene bir plak vesilesiyle Prag üzerinden İstanbul’a düştü.
Prof SNY Records diye bir firma duydunuz mu? Muhtemelen duymadınız. Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da kurulmuş bu bağımsız label geçenlerde “İstanbul Street Trash Vol-1” adlı bir albüm yayınladı. Plak olarak basılan bu albüm, İstanbul’un punk, garage rock, doom metal, surf rock, gothic rock, darkwave, experimental metal gibi türlerde müzik yapan 14 grubunu bir araya getiriyor. Adından da anlaşılacağı gibi devamı da gelecek gibi.
Bir Çek firması neden böyle bir şey yapsın sorusunu sorup araştırınca işin ucu elbette bir Türk’e dayandı. Punk ekibi Tampon’un gitaristi Özge Duchoslav 2015’te evlenip Prag’a yerleştikten sonra burada bir label kuruyor ve albümler basmaya karar veriyor.
14 gruptan parçalar
“Prensip olarak sadece plak yayınlama, dijital kısmını gruplara destek olmak amacı ile onlara bırakma
Arabaya atladım, bastım gaza yollara düştüm. Tünelden geçip 15 dakika sonra şak diye Yenikapı’ya geldim feribota bindim. Günümüzde ağız tadıyla yol hikâyesi bile yaşayamıyor insan sevgili okurlar, işte bu kadar sıkıcı bir dünyada yaşıyoruz artık. Camı açıp yüzümüzü güneşe verip saçları savura savura güneye gitmeler çoktan bitti. Solda güneş yükselirdi halbuki güneye giderken ne güzel (copyright Bulutsuzluk Özlemi). Yol kenarında derme çatma bir kulübenin önünde durup tavukların arasında demli bir yol çayı içer, uyuşmuş eklemlerimizi açar, kuş seslerini dinlerdik.
Şimdi otobanda durmak yasak. Çıkış yok. İlla herkes bilmem ne oğulları tesislerinde durmak zorunda. Orada da zaten Starbucks’tan chai tea latte alıyoruz “Benimki 55 derece olsun yalnız”lar eşliğinde. Soruyorum size, ne oldu bize?
***
Feribotta yerimi aradım; çocuklu bir aileyi, uyuyan bir amcayı rahatsız ettim. Sabah sabah biletin üzerindeki 235 rakamını 285 şeklinde görmüşüm. Görevliye sordum, yerimi gösterdi. Oturup etrafı kesmeye başladım. Halkımız Cakes & Bakes’ten havuçlu kek alıp Caffe Nero’dan double espresso içiyor. Ben yanımdakiyle gazete değiş tokuş ederken yavaşlıktan acı çektiren internete bağlanmaya çalışıyorum.
Yıllar önce bir haber için görüş almak üzere Metin Uzelli’yi Unkapanı’nda ziyaret etmiştim. Görüşmemiz sırasında bir ara orijinal master teyplerin olduğu bir odaya götürmüştü beni ve dolapların kapağını açmasıyla bilinmeyen bir dünyanın da kapıları aralanmıştı. Belki de hiç bilip duymadığımız yüzlerce ismin bazıları bu raflarda gün yüzüne çıkmayı bekliyordu. “Bir gün bunları değerlendireceğiz” dediğini hatırlıyorum.
Bilinmeyen bir kıta
“Uzelli Psychedelic Anadolu” albümünün çıkış haberi bu anımı canlandırdı. Şimdi sanırım o dolaplar eşelenmiş, kayıtlar gün yüzüne çıkarılmış ve ilginç, incelemeye dinlemeye değer bir derlemeye imza atılmış.
Tanınmış isimler bir yana, Anadolu’dan gelen müzisyenlerle o kadar çok kayıt yapılmış ki zamanında bugün hâlâ “Psychedelic Turkish” dediğimizde bilinmeyen bir kıtadan söz ediyoruz aslında.
Bugüne kadar ağırlıklı olarak tanınmış, daha az sayıda sonradan tanınan isimlerin albümleri ve kayıtları üzerinden kendini gösteren bu tarzda aslında zamanında ilgi görmemiş daha çok sayıda kayıt mevcut.
Özellikle 70’ler nasıl bir dönemmiş, o dönemin insanları ne güzel insanlarmış ki türlü siyasi ve ekonomik kriz devam ederken “Yav şimdi müzik mi yapılır, sırası mı
Basit bir konser bile skandalsız, olaysız verilemiyor. İşler işte bu noktaya kadar gelip dayandı. Emeği geçen herkese bravo. Yussef Kamaal’dan bahsetmiştim burada, okurlar hatırlayacak (“Yussef Kamaal’ın büyüleyen sound’u”, 27 Kasım 2016). İngiliz caz-broken beat ikilisinin İngiliz DJ ve prodüktör müzik gurusu Gilles Peterson’ın firması Brownswood’dan yayınlanan albümü heyecan yaratmıştı.
Yıllarca farklı ekiplerde müzisyenlik yapan iki isim ilk kez kendi müziklerini yapmak için stüdyoya girmişler ve bana kalırsa bu dönemin kendi türünde en nitelikli albümlerinden birine imza atmışlardı. Hiphop, caz, broken beat, afrobeat etkilerindeki bu “Black Focus” isimli albümü beğenerek dinliyorum ara ara.
İkili ve yetenekli enstrümancılardan oluşan ekipleri, bu yıl dünyanın en prestijli kültürel buluşmalarından SXSW’da (South by Southwest) performanslar sergilemeyi planlıyordu. Her şey hazırdı ancak, tam da günümüzün ruhuna uygun bir şey oldu. İkiliden Yussef Dayes, ABD vizesi alamadığından ülkeye sokulmamış. Bu yüzden performanslar iptal edilmiş. Bu durum kendisine son dakikada bildirilmiş.
Herkes eziliyor
Brownswood, ABD’nin bu kararını dini ve etnik kökenlere dayalı ayrımcılık olarak
Uçan arabalar olacaktı. Uçan tren değil ama vızır vızır uçan arabalar kesindi.
Trenler gökyüzüne uzanan rayların üzerinde dolaşıp dev binaların, blokların arasından yılan gibi kıvrıla kıvrıla geçecekti.
Muhtelif hayaller arasında Ay’a yerleşmek, koloni kurmak, Mars’a gitmek vardı. Uzay gemileriyle gezegenler arası kolayca yolculuk etmek. Bunlar zaten standart şeylerdi gelecekten beklentilerimiz arasında. Ama benim için ‘Back To The Future’daki uçan kaykay önemliydi. Biz büyüyene kadar kesin yapılırdı.
Hepimiz tek tip böyle parlak metal görünümlü tayt gibi elbiseler giyecektik. Yemek dediğimiz şey bazen bir küçücük hap olacaktı. Öyle sofra hazırlamaya falan son. Yolculuk mu? Kolayı var, ışınlanma olacaktı. Tak tak tak, her şey pratik...
En bela hastalıkların tedavisi kolay, ışın tabancası gibi bir aletle şöyle bir dokunuyorsun yara olan, ağrıyan yere, hiçbir şey olmamış gibi kalkıyorsun yataktan.
Konuşmadan iletişim kurabilecektik. Vay vay vay... (Telepati gibi bir yöntemle olacaktı ama bu, Whatsapp’la değil.)
Ev işlerini robotlar yapacaktı. İnsana benzeyen, “Ama biz de insan muamelesi görmek istiyoruz” diye içlenen androitler sonraki hikâye.
Dünya birleşecek, tek bir yönetim altında yönet
ilgisayar başından kalkmadan aktivistlik yapanlara İngilizce’de “clicktivist” deniyormuş. Sosyal kampanyalar ya da protestoların internet ve sosyal medya üzerinde örgütlenmesini ifade eden bir teknolojik kavram. Geçenlerde okuduğum bir makalede bayağı saydırıyorlardı bu kliktivistlere. Oturdum düşündüm, niye kızıyorsunuz, hor görüyorsunuz kardeşim siz tıklamacıları diye kendi kendime heyecanlandım.
Hayır, hanginiz sosyal medyada açılan bir sosyal kampanyaya tıklayarak destek vermedi? Hanginiz anlamlı bir hashtag paylaşmadı? Şu yazıyı bile sosyal medyada önüme düştü diye okuyorum. Arayıp bulmaya çalışsam nereden bulacağım ta Amerika’da bilmem ne şehrinde biri tarafından yazılmış makaleyi? Tıkladık baktık, fena mı yaptık? Belki paylaşırım bile.
Zavallı Amerikalılar
Her gün yapılan sıradan işler bunlar. Bilgisayarı aç, sosyal medyaya gir ve tıklamaya başla. Telefonu eline al, kutsal parmağı kullan, aşağı doğru in, şu hashtag’i paylaş, şunu RT yap, bunu şu kişiye yolla, şu linki paylaş... Ne yapacağız kütüphaneye gidip ciltlerin arasından yazı bulup mu okuyacağız? Gerçek hayatta geniş kitleler için mümkün ve sürdürülebilir bir bilgi modeli mi bu?
Yeni de değil gerçi bu kavram, ama buna