Vatana millete hayırlı olsun, turizmcilerimiz Moskova’da Türkiye festivali düzenleyecekmiş. Bu festivalde Türkiye, Rus halkına tanıtılacakmış.
Rus halkının Türkiye’yi ve Türkleri hiç tanımadığı farz edilen bu festival Türkiye Otelciler Federasyonu (TÜROFED) Başkanı Osman Ayık’ın verdiği bilgiye göre Moskova şehrinin merkezinde 150 bin metrekare büyüklüğünde bir parkta düzenlenecekmiş. Ayık, “TÜROFED olarak projeye öncülük ediyoruz ama başta TÜRSAB, TÜROB ve Rehberler Odası olmak üzere sektörde yer alan tüm bileşenleri bir araya getirdik. TİM, TOBB ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tabii ki hamiliğinde devam ediyor” diye konuşmuş.
Türkiye’yi Rus halkıyla tanıştırmak istiyorlarmış. Sayın Cumhurbaşkanımız da projeyi desteklemekteymiş.
Başka bir haberde, festivalin 1.2 milyon dolarlık bütçeyle yapılacağı belirtiliyor. Rusya’nın en ünlü 10 sanatçısı burada konserler verecekmiş. Bu festival için düşünülen tarih 16-18 Haziran. Ve festivali düzenleyenler şöyle ümit ediyor; bu festivale gören Ruslar Türkiye’ye akın edecek, yazın bütün tesisler sahiller dolacak.
Festivalin başarılı olması halinde Avrupa şehirlerinde benzer etkinlikler yapılması da planlar dahilindeymiş.
***
Türkiye’de bir sürü
Doksanlar müzik dünyasında şovun bittiği yıllardı. Şov bitmek zorunda kaldı çünkü yeni nesil müziklerin samimiyeti ve gerçekliği karşısında inandırıcılık sorunu yaşadılar. 80’lerin rock müziği, grup dinamiği ve enstrümancılık üzerine bina edilmişti. Davul şov, gitar şov, bas şov. Giyim kuşam şov. Makyaj şov. Sahne şov. Rock kozmetiğinin boyaları grunge ile aktı gitti.
Makyajlar silindiğinde çoğu müzisyen kendini yeniden tanımlamak, hayata yeniden başlamak, bildiği her şeyi unutup müziği yeniden keşfetmek zorunda kaldı. Tabii hâlâ müzik yapabilenler için geçerli bu. Bir kısmı kendilerine yeni kariyerler aradı. Prodüktör olan var, restorancı olan var, sigortacı olan var, turizmci olan var. Geçenlerde Spin, “Nirvana’nın öldüremediği 40 rock şarkısı” diye bir liste yayınlamıştı. Artık makarası yapılan bu olgu bu.
Şöhret albümü
Cornell grunge’ın sembollerinden biriydi, bu müziğin doğuşuna tanıklık etti. 1964’te Seattle’da doğdu. Babası eczacı, annesi muhasebeciydi. Orta sınıf bir ailenin, hepsi müzikle uğraşan beş çocuğundan biriydi. Çocukluğundan itibaren yalnız olmayı, yalnız takılmayı sevdiğini muhtelif kaynaklar aktarıyor. Ergenlik döneminde depresif bir tip olduğu da sır değil.
Düşünün, 4 bin dolara bilet satın alıyorsunuz. VIP falan değil, normal bilet. Tropik adada festivale gideceksiniz. Palmiyelerin ardında güneş batarken sahnede en ünlü DJ’ler olacak. Instagram’da takip ettiğiniz bütün internet fenomenleri, az ünlüler, yarı ünlüler, çok ünlüler eşliğinde (elbette hepsi mayo ve pareolarıyla, ellerinde kokteyllerle birkaç metre uzağınızda hafifçe sallanıyor olacak) Karayip akşamının tadını çıkaracaksınız. Üstelik bunu Karayipler’deki “özel” bir adada yapacaksınız.
Bilet fiyatları 1250 dolardan 12 bin 500 dolara kadar çıkıyor. Bazı bilet paketlerinin fiyatı 100 bin dolar. Hayalleri, beklentiyi siz düşünün. Ancak ülkemizin güzide bir duvar yazısında da belirtildiği gibi “Hayaller Paris, gerçekler Eminönü” durumu Bahamalar’da da var.
Sahnede kimse yok
Uçaktan inip cennet Great Exuma Adası’na ayak basar basmaz Bahamalar’ın sert toprağına kafayı çakmanız bir oluyor. Lüks çadır dedikleri, kasırgada dağıtılan afet çadırları (gerçekten, lafın gelişi değil). Sahnede kimse yok. Valiz kayıp. Tavuklu sandviç, makarna ve bulabildiğiniz meyveler arasından henüz Karayip neminin ve güneşinin çürütemediklerini ayıklamak zorundasınız.
Suyu idareli kullanmak lazım çünkü
Evimin önündeki sakız ağacı 154 yaşındaymış. Yanındaki henüz genç, 130’larında. İleride sokağı dönünce kalın gövdeli olanı 214 yaşında. Abileri sayılır.
Kendisi dallanıp budaklanmaya başladığında henüz Tanzimat Fermanı ilan edilmemişti. Dolmabahçe Sarayı diye bir şey ortada yoktu. III. Selim tahttaydı ve muhtemelen o dönem Napolyon’un Mısır’da başına açtığı dertlerle ve Nizamıcedit’e direnen yeniçerilerle uğraşıyordu. Herkesin derdi ayrı tabii.
Bizim “abi” o esnada yüzünü delinmemiş ozon tabakasından gelen sağlıklı güneşe vermiş, yağan tertemiz yağmurları içiyor, betonsuz toprağa köklerini saldıkça salıyordu. III. Selim padişahtı, halifeydi, oydu buydu. Mevkiler makamlar, sıfatlar onundu. Şimdi nerde? Bizim ağaç işte burada, dimdik ayakta.
Osmanlı Rus savaşlarını gördü, ayaklanmaları gördü, Jöntürkleri gördü, Tanzimat’ı, feshedilen iki meclisi gördü. Cihan İmparatorluğu’nun ezilip büzülüp içine kapandığı II. Abdülhamid dönemini gördü. Yıkıldığı İttihatçılar dönemini gördü. Dünya savaşını gördü. İstanbul’a giren İngiliz savaş gemilerini gördü, az ötesindeki Mahmut Muhtar Paşa Konağı’na yerleşen işgal kuvvetleri komutanlarını gördü.
Kuvayı Milliyecileri gördü. Düşmanların geldikleri
Myspace’e erişim yasaklanmıştı. YouTube’a erişim yasaklanmıştı. Last.fm’e erişim yasaklanmıştı. Zamanında hepsi mahkeme kararıyla engelliydi. Hepsi bizim iyiliğimiz içindi. Hepsi sanatçıların iyiliği içindi. Hepsi emeğin karşılığını almak içindi. Hepsine bir kulp bulundu. Erişim engellendi.
“Engellemek çözüm değil. Siz önce insanların makul ücrete müzik dinleyebileceği şartları oluşturun sonra önleminizi alın” diye yazdık hep. Neticede işler yazdığımız yönde gelişti. Dijital platformlar ve YouTube’dan gelirler elde ediliyor, telifler tahsil ediliyor. Dinleyici de üye oluyor, aklı başında makul hiç kimse korsanla falan uğraşmıyor. Sorun büyük ölçüde aşıldı ama kapatma alışkanlığımız başka alanlarda devam ediyor. Bugün de yok vergi vermiyor, yok bize küfretti, yok yan baktı diye bir sürü site engelleniyor, erişim yasakları havada uçuşuyor.
Sanatçılar mutlu mu?
Konuya dönersek, müzik sektörünün ileri gelenleri 10 yıl kadar önce şöyle düşündüler: Biz bu global işlerin aynısının yerlisini yaparız, onun başına geçip otururuz, bütün gelir bizim olur. Paramızı, malımızı niye bu yabancılara verelim? Denediler de. Olmadı. Tutmadı çünkü yapmak kolay değil. Keşke tutsaydı. Global anlamda hizmet
Tame Impala’dan bir tane daha olsa ne iyi olurdu diye düşünmüşlüğüm çok vardır. Pond dileklerimi gerçeğe dönüştürüyor. Pond, Tame Impala’nın turne gitaristi Nick Albrook’un 2008’den bu yana kesintilerle de olsa devam ettirdiği müzik projesi. Hem müzik açısından Tame Impala spektrumunda hem de Kevin Parker dahil bu grupla ortak üyeleri var. Tame Impala gibi Perth şehrinden çıkan ekibi Avustralyalı bir başka ekibe, Empire Of The Sun’a da benzetiyorum. Çünkü müzikal estetik anlayışlarının bir ucu Tame Impala’nın 60’lar ve 70’ler klasik rock ve psychedelic referanslarına diğeri 2000’ler model synthe’ler ve vokallere uzanıyor. (“The Weather” - Pond, Marathon Artists)
Son albümünü 1995 yılında yayınlayan İngiliz shoegaze ekibi Slowdive, 2017’de yeni albümle geleceğini ilan edince elbette merak konusu olmuştu. Acaba ne yaptılar? Tarih bir sürü başarısız geri dönüşle dolu. Slowdive’ın bu aynı adlı albümü bir kere geçmişe saygıda kusur etmiyor. Durgun suda yayılan mürekkep gibi şekilden şekile giren gitar tonları, belli belirsiz vokaller, hipnotize eden davul ve bas tekrarları, her şey yerli yerinde. Öte yandan bu albüm geçmişte kalmış değil. Eski değil. Yeni, gıcır gıcır, modası
Televiz-yonsuz yaşam mümkün mü?
Gazetesiz yaşam mümkün mü?
İnternete girip son dakikalar arasında kaybolmadan yaşamak mümkün mü?
“Haber”siz, “gündem”siz hayat mümkün mü?
Akıllı telefonsuz hayat mümkün mü?
Twitter’sız, Facebook’suz, Instagram’sız hayat mümkün mü?
Her türlü çöp bilginin ve sonuçsuz tartışmanın, abur cubur siyaset geyiklerinin ilk “merhaba”da kafandan aşağı boca edilmediği bir dünya mümkün mü?
“Yüzde 49 ne olur?” sorusuna maruz kalmadan bir sofradan kalkabilmek mümkün mü?
“Rage AgaInst The Machine” - Rage Against The Machine: Bir dönemi hatırlamak gerektiğinde başvurulması gereken albümlerden biri. Rock-rap yakınlaşmasının en anlamlı örneklerinden. Politik müzik kendini hiç bu kadar coşkulu ve sert ifade etmemiştir. “Killing in the Name”, Maynard James Keenan’lı “Know Your Enemy”, “Bullet in the Head”, “Bombtrack” dinleyince hâlâ tüyleri diken diken ediyor.
“Peng!” - Stereolab: Stereolab’in ilk uzunçalar albümü, elektronik temelli alternatif müzik yelpazesini genişleten öncülerden. Laetitia Sadier’nin vokalinin dikkat çektiği, pek çok indie elektronik girişime ilham olmuş bir çalışma bu.
“Slanted and Enchanted” - Pavement: Alternatif rock’ın en gözden kaçmış albümlerinden biri olabilir mi acaba? Bana kalırsa sadece gerçekten iyi müzikten anlayanların sevdiği bir albüm bu. O yıllarda Nirvana ortalığı yıkıyordu (1992 tarihli “Incesticide” bir derleme olduğundan bu listeye almadım). Pavement dinleyenler küçük bir kulüptü ama işi biliyorlardı.
“Selected AmbIent Works 1985-1992” - Aphex Twin: Zamanın ötesinde lafı vardır ya. İşte o bu listede en çok bu albüm için kullanılabilir. 25 yıl önce (1985’ten başlarsak 32 yıl önce) Richard D. James’in yaptıkları