Müzikseverler 24-25 Mart tarihlerini takvimlerine işaretlemeli. O hafta sonu İstanbul’da Zorlu PSM’nin dört ayrı sahnesinde yer alacak bir uluslararası festivali ilk kez ağırlayacağız. Sonar İstanbul, sadece bir müzik ve performans festivali değil, aynı zamanda elektronik müziğin dünü, bugünü ve yarını hakkında geniş bir perspektif çizmeye çalışan, tekonoloji ve müziğin beraberliğine odaklanmış özel bir etkinlik.
1994’te Barcelona’da doğan bu festival o günden bugüne gelişerek dünyanın farklı şehirlerine yayıldı ve her şehrin karakterine, mizacına uygun olarak kendini geliştirdi.
New York’ta başka, Rejkjavik’te başka bir içeriğe sahip oldu. Şimdi ilk kez İstanbul’un yerel sahnesinden de renklere yer verecek ve buradan aldıklarıyla daha da zenginleşecek elbette. İstanbul’un giderek büyüyen ve kendini zaman içinde yeniden tanımlayan bir elektronik müzik alemi var. Yeraltından giderek kafasını çıkaran bu sahnenin farklı özelliklere sahip temsilcilerini bir arada izleme fırsatı bulacağız bu festivalde. Bu bile Sonar’ı kendi başına değerli yapıyor.
Kimler, neler var?
Performanslar bir yana, yaratıcılık ve teknoloji başlıkları altında konferanslar ve workshop’lar da yer alacak bu iki günde.
Elimde kayınpederin hediye ettiği fotoğraf makinem, sokak sokak dolaşıyorum. Ara Güler gibi ne görsem basıyorum deklanşöre. Her gün geçtiğim sokaklar, her dakika gördüğüm apartmanlar, önlerinde bir sürü anımın olduğu köşeler, siluetler.
Bildik yerler hepsi kısacası. Ama işte vizörden bakınca sıfır numara fotoğraflamalık, bol bol buruşuk suratlı yaşlı, sümüklü güzel gözlü çocuk barındıran, martısı vapuru falan süper manzaralı kelepir bir şehrimiz İstanbul.
“Hiç tanımıyormuş gibi çek panpa” derken kafa sesim, bir anda hello mello demeye başladı çocuklar. Anında turist olduk. Vay be bir makine, bir kapüşon, bir güneş gözlüğü yetiyor bu ülkede yabancı olmak için dedim kendi kendime. Ama “turistlik” eski kafa. Yeni trend ‘expat’ kafası. Yani yurt dışına turist olmaya değil çalışmaya gitmek.
***
CNN’in 2016 yılı dünyanın en iyi expat şehirleri listesine bir göz attım geçen gün, biri paylaştı herhalde, kucağıma düştü. Yazıyı özetlersem, suya sabuna dokunmadan paşa paşa çalışıp yaşanabilecek en baba şehirler sondan başa doğru şöyleymiş:
Toronto, Bern, Berlin, Wellington, Amsterdam, Sidney, Kopenhag, Cenevre, Frankfurt, Düsseldorf, Vancouver, Münih, Oakland, Zürih, Viyana.
Medeniyetin kalbi
Beyoğlu yeniden canlansın diye iyi niyetli ama fazlaca kişisel boyutta örgütsüz bir çabamız var. Arkadaşlarla ara sıra yaptığımız yemekli buluşlamaları illla İstiklal Caddesi taraflarına almayı huy edindik. Hepsi bu. Festival düzenlemiyoruz, bizimkisi gezip gezip yazmak.
Beyoğlu’nda Asmalımescit taraflarında bir sokak. 10 yıl önce semtin kalbi olan noktada güzel ve tarihi bir meyhanemiz. Duvarlarda gazete kesikleri, burayı öven yazılar, “Bu mühim zat buraya gelmişti, şu masada oturmuştu” mesajını veren, büyütülünce iyice flulaşmış çerçeveli fotoğraflar... Meşhur zat kameraya bakmasa da, sıkıntılı olsa da önemli değil, biz anladık. O buradaymış.
Atatürk resimleri, posterleri her yerde. Hele bir tanesi var ki Tekel logolu. Tekel, Atatürk posteri vermiş bir dönem. Ne acayip. Eski Türkiye çok fantastik.
Nadide bir parça
Camın önüne oturmak için kavga edilen, günler öncesinden yer ayırtılan bir meyhanemiz burası. Şimdi, artık kapkaranlık ve ıssız bu sokağa girince buyurun diye kapıda ağırlıyorlar şaşkınlıkla. Hatta kapıda bile karşılamıyorlar, biz kapıya gidince içeriden şaşkın gözlerle kapıya gelip buyur ediyorlar.
10 yıl önce bırakın semti, İstanbul’un kalbi olan bir noktadayım, camın
Hayat her gün ne yapıp ediyor, sizi şaşırtmaya devam ediyor. Yeter ki siz görmeyi, bakmayı bilin. Karşımda Kenan Doğulu heyecanla Tahribad-ı İsyan’ı anlatıyor. Bundan ala şaşkınlık olabilir mi?
Son yıllarda alternatif müzikle ilgilenen kitlenin muhakkak radarında olan rap ekibi Tahribad-ı İsyan’ın aynı adlı ilk albümünün lansmanındayım ve Kenan Doğulu bu albümün prodüktörü.
Dahası var. Yanında benim kuşağın rock starlarından, ta Ortaköy’deki Sis Bar’da (80’lerden bahsediyorum arkadaşlar) ortalığı birbirine katan Mercury’nin solisti olduğu dönemden hatırladığım Murat Çekem var. Çekem ile Kenan Doğulu’yu yan yana görmekten doğan şaşkınlık mı ağır basıyor, yoksa Çekem’in Tahribad-ı İsyan’ın albümünü yapmış olması mı? Velhasıl müzik güzel şey işte, böyle herkesi bir araya getiriyor. Denkleme dördüncü bir ismi daha katalım: Halil Altındere.
İki liseli kurdu
Kenan Doğulu’nun çağdaş sanata merakını biliyoruz. Tahribad-ı İsyan ile tanışmasının geri planında bu merak var. Halil Altındere’nin 2013’te İstanbul Bienali’nde yer alan ve kentsel dönüşümü konu alan “Wonderland” isimli çalışmasında Fuat ile birlikte yer almıştı Tahribad-ı İsyan. Ve bu şekilde farklı bir çevrenin de radarına girdi.
“Bu Şûra’da, sinemada, müzikte, edebiyatta, müzecilikte, çocukların kültürel eğitiminde, aklınıza gelen tüm mecralarda, ne yapıyoruz, ne yapmıyoruz, neyi doğru, neyi yanlış yapıyoruz açık yüreklilikle tartışmayı amaçlıyoruz.”
Hafta sonu 3-5 Mart tarihlerinde Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde düzenlenecek Milli Kültür Şûrası’nın amacını Kültür Bakanı Nabi Avcı bu şekilde ifade etti.
Bir süredir “Kültürde istediğimiz yerde değiliz” düşüncesi hükümet çevrelerince dillendirilmekte. Belli ki bu konuda bir şeyler yapma ihtiyacı ve endişesi var. Belli ki bazı şeylerin yanlış ve eksik yapıldığı düşünülüyor. Bakan Nabi Avcı açık yüreklilikle tartışılacağını belirtiyor. Ne güzel. Sayın Bakan’ın çağrısına uyalım, açık yüreklilikle yanlış bulduğumuz noktaları sıralamaya çalışalım.
İlk yanlış tektipleştirme. Resmi makamlar kültürel alanı kontrol altına alınacak, yönetilecek, hükmedilecek ve en önemlisi tektipleştirilecek bir alan olarak gördükçe başarısız olmaya da mahkûm. Türkiye gibi zengin bir kültürel birikime sahip bir ülkede tektipleşme demek başarısızlığı baştan kabul etmek demek çünkü.
Nobel alan yazarından, dünya çapında piyanistinden, insanlığa mal olmuş büyük şairinden, tiyatrocusundan,
Evet, son yıllarda daha çok şovun alanına girdi Eurovision. Evet, ülkeler birbirlerini kayırıyor, oylar politik veriliyor. Evet, oylama sistemi bazen işimize yarıyor, bazen yaramıyor. Evet, gayet “uncool” bir şey olarak görenler var, dalga geçenler var. “Ne Eurovision’u ya!” diyenler çoğunlukta belki.
Evet, herkes kıyafete bakıyor, dansa bakıyor, temsiliyete, orada olmaya ve görünmeye bakıyor. Evet, ısmarlama şarkı çok fena bir şey ve “Eurovision şarkısı” diye bir terim hâlâ var. Hepsine tamam.
Önce birkaç bilgi
Ama Türkiye artık Eurovision’la olan küslüğünü bir kenara bırakmalı ve sahnedeki yerini almalı. “Şu gündemde dert ettiğin şeye bak” diye düşünenler de olabilir, hak veririm. Ama bence Eurovision’a yeniden katılmalıyız. Çünkü...
Bu yıl Eurovision Kiev’de yapılacak. Geçen sene Stockholm’de Ukrayna birinci olmuştu. Birinci gelen şarkıyı seslendiren Kırgızistan doğumlu Kırım Tatarı Jamala, “1944” adındaki eserinde şarkının adıyla aynı yıl Stalin tarafından Kırım’dan Orta Asya’ya sürülen Tatarları anlatıyordu. Bir “eh işte” düzeyinde pop şarkısı ve Eurovision gibi sığlığıyla dalga geçilen bir organizasyon için hayli ağır bir içerik.
Ukrayna’nın, tam da Rusya ile savaştığı bir
Ceylan Ertem’in yeni albümü “Yine de Amin”, her şeyden önce bir ekip çalışması. Bir defa kendileri de yakın zamanlarda albümleriyle kulakları şenlendirmiş isimler göze çarpıyor. Cihan Mürtezaoğlu “Korsan” adlı şarkının bestecisi ve aranjörü. Can Güngör “İnadına”, “Sevmek Gerekli”, “Kovdum”un düzenlemelerini üstlemiş. Cenk Erdoğan ağırlıklı olarak albüme imzasını atan prodüktör ve müzisyen gibi duruyor.
Bu tabloyu köşede tutalım. Öte yanda, albüme iki bestesini vererek çok iyi eklemlenen Sıla var. Ceylan Ertem’in hayranlık duyduğu, daha önce de bestesini seslendirdiği Yıldız Tilbe’nin bir yeni bestesi var.
Kaliteli pop tadı
Sıla’nın “Esmer” ve “Korsan” adlı iki bestesi sisli, puslu, hafif içli şarkılar. Vokalin ve vokal partisinin ön planda olduğu besteler. Bu durum güçlü bir sesi olan Ceylan Ertem’e tam adrese teslim dikilmiş şık bir elbise gibi oturuyor.
Ertem, albümde söz ve müziğini yazdığı bestelerle bazen caza bazen Latin’e doğru (“İzin”) kayıyor. Çünkü bu şekillerde ses rengini daha iyi ortaya koyabiliyor ve elbette kendini daha iyi ifade ediyor. Sesi buna uygun.
Sıla’nın bestelerini icra ederken ise Ertem, Sezen Aksu tarzı kaliteli pop tadı vermiş. Bunu açıkçası çok başarılı
Taksim’e cami yapılıyor. Ve ben de dahil kimse artık Taksim’e cami tartışması duymak istemiyor. Bıktık, bezdik, usandık. Bu tip kangrenleşmiş tartışmaların, kavgaların artık bitmesi gereken bir dönemdeyiz. Çünkü detaylara takılıp asıl meseleyi ıskaladık hepimiz.
Taksim’e cami fikri ortaya atılalı beri yıllar içinde neden buraya cami yapılmalı, neden cami yapılmamalı konuları gerçeklikten uzaklaştı, kuru inada, neredeyse kan davasına dönüştü.
Ben Taksim’e cami yapılmasını lüzumsuz bulanlardanım. Bu fikrin zamanında gösteriş olsun diye ortaya atıldığını düşünüyorum. Ve bunu yapanların bugün artık “Taksim’e cami yaptık” sembolizmine ihtiyaçlarının kalmadığı görüşündeyim. Taksim’e cami, her yönüyle zaman aşımına uğramış bir konudur.
Burada konuşmamız gereken asıl konu Taksim’in kendisi. Cami detay. Biz camiyi tartışırken Taksim kayboldu gitti. Taksim eskisi gibi olsa cami yapılmış ne fark edecek? Varsın yapılsın.
Ama Taksim uzun zamandır Taksim değil ki. Altı üstü delinmiş, insandan arınmış, bir beton yığını haline gelmiş durumda maalesef. Tam göbeğindeki iskeleti kalmış AKM’nin fotoğrafını bile çekemiyorsunuz. Polis gelip kimlik soruyor.
Taksim’de ne sanatçı kaldı, ne öğrenci, ne farklı