Bayramcılar deyince gözünüzün önüne ne geliyor bilmiyorum. Ben, sabah seher vakti üzerine havlu atarak kaptığım şezlongumdan görünenleri tarif etmeye çalışayım. Bugün şezlongtan bildiriyorum .
Bir defa, Türk insanı denizi sevmez, deniz sırtını döner oturur falan diyenleri buralara beklerim. İrili ufaklı tekneler, yatlar, kotralar, ahşap sandallar, basit sloop yelkenliler, çift direkli ketch’ler ve yawl’lar, bol direkli, biraz yapan ustanın keyfine göre tasarlanmış nizami olmasa da “keyfi/keyifli” guletler...
Guletlerden başka kitaba tam uygun tasarımlı uskunalar, kimi hala orijinalliklerini koruyabilmiş tırhandiller, üstleri emektar sapsarı ağlar ve üstüste yığılmış bırakmalarla karmakarışık pancar motorlu piyade tipi balıkçı kayıkları, vardavelasında mayolar
havlular asılı irili ufaklı charter tekneleri, katamaranlar, tepesinde çift radar küreli sahil güvenlik botuna benzeyen ‘über’ lüks yatlar, sahil güvenlik botları, küçük fiber orta direk sandalları, zodiaklar cirit atmakta.
Dev yatların içinden çıkan küçük şişme botlar, basit dingiler, kıçında iki tane 300 beygirlik motoru olan lüks dingiler, huzur ve güven ortamının sonu olan jet skiler, paddel board’lar, kanolar, sea kayak’lar,
Geçenlerde evde internet kesildi. Twitter’a, Facebook’a giremiyoruz, YouTube yok, Spotify yok, müzik sustu, ekranlar sessiz, panik havası hakim.
Ben hiçbir sayfayı açamıyorum sen açabiliyor musun?” İşte panik başlangıcı. İnternet yok. İnsanlar akıcı bir internet bağlantısı bulmak için birbirlerinin evini basacak, tehditle şifre ve parolalar öğrenilecek. Suç fırlayacak. Facebook’suz, Twitter’sız, kedi videosuz, tatil fotoğrafsız, selfie’siz, Whatsapp’sız kalan insanlar sokaklarda birbirine saldırmaya başlayacak. Toplumsal kriz tırmanacak. Yağmalar başlayacak. Sonunda devlet kaosa müdahale edecek ve halkı sınırlı internet erişimi kamplarına yerleştirecek. Bu kamplarda her aile günde beş dakika internete bağlanabilecek, biraz olsun manzara resmi, kedi köpek, eş dost selfie’si like’layıp teselli olacak (meraklısına, “Southpark” bu konuyu nefis işlemişti).
Gazeteler her gün, profil fotosunu güncelleyemeden interneti kesilen çocukların dramını birinci sayfadan verecek. Müzik artık neredeyse tamamen stream edildiğinden müzik de susacak, şarkı dinlemek isteyenler CD’lere ve plaklara hücum edecek. Bunu beğendiysen bunu da dinle algoritmalarına ulaşılamayacağından kimse yeni bir şey
Stephen Hawking geçen hafta gene bombaladı: “İnsanoğlu uzaya gitmezse nesli tükenebilir.” Bilim adamları daha hesap kitap yapadursun müzik adamları uzaya çoktan çıktı bile
Stephen Hawking “İnsanoğlu yıldızlararası bir tür olursa hayatta kalabilir” diyor. Norveç’in Trondheim şehrinde katıldığı bir konferansta öngörüsünü tekrarlamış. Hawking bunu hep söylüyor aslında. 1000 yıl içinde yerleşecek yeni bir gezegen bulmazsak neslimiz tükenecek diyor Hawking. Elbette “Daha 1000 yıl var, acele işe şeytan karışır” dediğinizi duyuyorum ben. Ama bu son konferansta karamsarlığının dozunu artırmış. Süreyi 100 yıla çekmiş. “Bu insanlık böyle giderse 100 yılda dükkanı kapatırsınız” diyor. Öngörülerine göre 30 yıl içinde Ay’da bir üs kurulacak. 50 yıla kalmadan insanoğlu Mars’a ayak basacak.
Bilim hesap kitap yapmayı yeni bitiriyor ve bu seviyelere daha yeni geliyor. Ama müziğin böyle bir sorunu yok. Müzisyenler Ay’a üs kurdu, uzayda istasyon açtı, Mars’a çoktan gitti. Hawking’e bütün karamsarlığına rağmen teşekkür etmem lazım çünkü bana durduk yere bir sürü güzel şarkıyı hatırlatma fırsatı verdi.
David Bowie Mars’ta
Mesela insanoğlu Ay’a gitmeden iki yıl önce Pink Floyd yıldızlararası seyahat
Hayır, Stanley Kubrick’in, Arthur C. Clarke’ın romanından sinemaya uyarladığı 1968 tarihli filmi “2001: A Space Odyssey” değil konu. Mirgün Cabas’ın Can Yayınları’ndan çıkan kitabından bahsedeceğim.
“2001” adını verdiği kitabında Cabas, bizi faili bir türlü bulunamamış, bugün artık detayları giderek silikleşmiş eski bir cinayeti aydınlatmaya girişen saplantılı dedektif gibi bizi karmaşık ilişkiler, karanlık alışverişler, bugün bile tam olarak çözemediğimiz bir dizi gelişmeler ağının tam ortasına atıyor. Arşivlere dalıyor ve 2001 yılını inceliyor.
Yaptığı şey, bir gazeteci olarak, zamana yayılan, geçmişe odaklanan detaylı bir dosya hazırlamak. Arşivleri taramak, o dönemin tanıklarıyla konuşmak.
Bu aslında içerik bakımından son derece sıkıcı da olabilecek bir siyasi tarih kitabı, bir tür arşiv çalışması. 2000 ekonomik krizi ve 2002 seçimleri arasında yaşadığımız dönemi gazete haberleri ve dönemin halen sağ olan karakterleriyle yaptığı güncel röportajlarla önümüze koymuş Cabas. Ve bunu heyecanlı bir dedektiflik hikâyesi gibi kurgulamayı başarmış.
Titanic filmini izler gibi, bir ikinci dünya savaşı filmini izler gibi heyecanlıyız. Sonunu bilsek de, genel olarak hikâyeye ve tabloya hâkim
Roger Waters’ın yeni albümü “Is This The Life We Really Want?” dünyanın gidişatına dair, daha doğrusu bu gidişin gidiş olmadığına dair şarkılarla dolu bir tür revize edilmiş manifesto
Başlıkta kısaltmaya çalıştım, Roger Waters’ın yeni solo albümünün adı tam olarak şu anlama geliyor: “Gerçekten istediğimiz hayat bu mu?” “Is This The Life We Really Want”, müzikal açıdan yeni bir albüm gibi değil, daha ziyade Pink Floyd’un “The Final Cut”, “The Wall”, “The Dark Side of the Moon” gibi albümlerinin B yüzü şarkılarından yapılmış anlamlı bir kolaj gibi duruyor.
Bu müzikal perspektif elbette büyük ölçüde Roger Waters tarafından yaratıldı. Yani şaşkınlık geçirmiyoruz. Bir intihal de değil söz konusu olan. Sözkonusu olan Roger Waters’ın bitmek bilmeyen ve amasız eyvallahsız devam eden sistem eleştirisinin kristalize olduğu bir albüm. Ve içeriğini müzikal ve felsefi açıdan “The Wall” ve “The Final Cut”dan alıyor büyük ölçüde. “12 şarkılık bir distopya konsepti” demiş Rolling Stone. Tam da bu.
Pink Floyd albümleri arasında şöyle bir dolaşırsak bu albümü daha iyi anlarız. “The Dark Side of The Moon”, “Animals”, “Wish You Were Here”da metaforik düzeyde ya da kavramsal felsefi düzeyde dile
Türk insanının kalbine açılan kapının anahtarı Tarkan’ın elinde. Ve onu kullanmasını biliyor. “Ahde Vefa”da Türk klasiklerini yorumlayarak beğeni toplamıştı, 14 şarkılık yeni albüm "10"da ise bunu yeni bestelerle yapmaya girişiyor.
Bir arkadaşım albümü eline aldı, arkasını çevirdi biraz baktıktan sonra espriyi patlattı: “Resmen eski Türkiye”. Söz müzik Tarkan, söz müzik Sezen Aksu, söz müzik Nazan Öncel, söz müzik Ümit Sayın, söz Aysel Gürel, aranjmanlar Ozan Çolakoğlu.
Demek böyle olduk. “Eski Türkiye ha” dedim içimden. Kim itiraz edebilir ki? Yani bu saptamaya itiraz edebiliriz de, popta eski Türkiye’ye ben itiraz etmem. Bayılırım hatta.
20 Mart 2016’da “Tarkan’ın hatırlattığı değerler” başlıklı bir yazı yazmış, şöyle demişim: “Tarkan ‘Ahde Vefa’ ile yeni nesillere kalplerimizde yer etmiş klasik şarkıları tanıtma ve aktarma misyonunu üstleniyor. Müzikal olduğu kadar tarihi bir görevi de icra ediyor. Albümün en önemli misyonu ise manevi yönü.”
İşte bu manevi yön dediğim şey Türk insanının kalbine giden kapıyı açan bir tür anahtar. Ve bu anahtar yeni albüm “10”da da yine kapıları kilitleri açmayı başarmış gibi duruyor. Nedir o menevi yön? “Ahde Vefa”da şöyle demiştim: “Bu
Geleceğin alameti-farikası sürücüsüz araba hakkında bir sürü yazı, haber, makale sizin de önünüze düşmüyor mu her gün? Bu konudaki her gelişme anında başköşede. Sürücüsüz araba gelecek devrim yaşanacak. Sürücüsüz araba gelecek hayat değişecek. Sürücüsüz arabayla dertler bitecek.
Kazalar sıfıra inecek deniyor. Çünkü insanlar trafikte devamlı kendilerini ve birbirlerini öldürüyorlar. Araba insansız olunca sorun da yok. Denklemden insanı çıkarmak yetiyor.
***
Park sorunu bitecek deniyor. Çünkü sürücüsüz araba kendi kendine park yeri buluyor. Geçenlerde sohbet ettiğim, Türkiye’nin en büyük otomotiv firmalarından birinin üst düzey yetkilisi şehirlerdeki trafiğin temel nedeninin park yeri arayan arabalar olduğunu söyledi. Bu sorun ortadan kalkacakmış.
Sürücüsüz araba, tam yanaşmak için durduğunuz anda ortaya çıkıp “Buraya kamyon gelecek” diyen zata karşı ne tür çözümler geliştiriyor acaba?
Ya da park yerine park edilmesin diye konan sandalyeye karşı ne tür bir yazılımlar üzerinde çalışılıyor? “Değnekçi kovar”ları mı var sürücüsüz arabanın? Bu konuda tatmin edici bir yanıt alamadım. İnsansız araba olabilir ama insansız bir şehir maalesef mümkün değil.
Zaman kazanacağız. Bakın bu çok güzel.
Domates mi yememiz lazım, incir mi? Erik yeme ama şeftali ye, içinde bilmem ne var gibi üzerimizdeki etkisi bilimsel olarak kanıtlanamayacak bir sürü önerme. Bir kadeh şarap sağlığa iyi geliyor mesela akşamları. Böyle yazılıyor. Sonra ramazan oldu mu “Oruç sağlığa iyi geliyor” diye yazılıyor. Hangisi?
Sağlık ve moda hangi ara aynı şey oldu? Bu yaz geniş paça modası var, favori renk sarı der gibi favori meyve, favori vitamin, favori egzersiz. Yürüyün, hayır hayır koşun. Tamam yürüyün. Yok yok, yüzün. Ya da en iyisi bisiklete binin.
Neden? Çünkü her yıl döneme, duruma, gündeme göre yeni şeyler icat etmek lazım. Sağlıklı oruç tutmaktan söz ediliyor. Aç kalmak sağlıksız bir şey. Kaliteyse amaç, o zaman aç aç nasıl olacak? Bunlar da sağlıkçıların paradoksları olsun.
Sağlıkla ilgisi ne?
Sağda solda servis edilen ifadelerden anladığımıza göre sağlık modacılığı bu yıl şöyle bir şeyle karşımıza geliyor: “Uzun değil kaliteli yaşamak önemli.”
Bir ara uzun yaşamanın sırları ifşa edilirdi. Şimdi kaliteli yaşam önemli oldu. Sanırım uzun ve sıkıcı bir hayatın sakıncaları anlaşıldı. Ya da sağlık modası uzun yaşamdan sıkıldı.
Kaliteli yaşamak... Süre önemsizse kaliteli yaşamı tarif edebilir misiniz acaba