Doksanlar müzik dünyasında şovun bittiği yıllardı. Şov bitmek zorunda kaldı çünkü yeni nesil müziklerin samimiyeti ve gerçekliği karşısında inandırıcılık sorunu yaşadılar. 80’lerin rock müziği, grup dinamiği ve enstrümancılık üzerine bina edilmişti. Davul şov, gitar şov, bas şov. Giyim kuşam şov. Makyaj şov. Sahne şov. Rock kozmetiğinin boyaları grunge ile aktı gitti.
Makyajlar silindiğinde çoğu müzisyen kendini yeniden tanımlamak, hayata yeniden başlamak, bildiği her şeyi unutup müziği yeniden keşfetmek zorunda kaldı. Tabii hâlâ müzik yapabilenler için geçerli bu. Bir kısmı kendilerine yeni kariyerler aradı. Prodüktör olan var, restorancı olan var, sigortacı olan var, turizmci olan var. Geçenlerde Spin, “Nirvana’nın öldüremediği 40 rock şarkısı” diye bir liste yayınlamıştı. Artık makarası yapılan bu olgu bu.
Şöhret albümü
Cornell grunge’ın sembollerinden biriydi, bu müziğin doğuşuna tanıklık etti. 1964’te Seattle’da doğdu. Babası eczacı, annesi muhasebeciydi. Orta sınıf bir ailenin, hepsi müzikle uğraşan beş çocuğundan biriydi. Çocukluğundan itibaren yalnız olmayı, yalnız takılmayı sevdiğini muhtelif kaynaklar aktarıyor. Ergenlik döneminde depresif bir tip olduğu da sır değil. Müziğe ilgisi de biraz bu durumdan kaynaklanıyor. O yıllarda çaldığı cover grubu The Shemps’te tanıştığı elemanlarla (Hiro Yamamoto ve Kim Thayil) 1984’te Soundgarden’ı kuruyor, 1987’de grup Sub Pop ile anlaşıyor ve ilk EP’lerini (“Screaming Life”) yayınlıyor. Sonrası aslında bildiğimiz hikayeler.
90’ların başında Seattle canlı bir müzik alemi. Nirvana, Pearl Jam, Alice in Chains’in yanında özellikle “Badmotorfinger” albümünün ardından (1991) Soundgarden dikkat çeken bir grup oldu. Aynı yıl, henüz oluşmakta olan Pearl Jam elemanlarıyla bir araya gelerek kurdukları ve aynı adla yayınladıkları tek albüm (“Temple of The Dog”) bugün artık kült olmuştur.
Ancak Soundgarden’ı, dolayısıyla Chris Cornell’i ve çok güçlü karakteristik sesini kitlesel üne kavuşturan albüm 1994 martında yayınlanan “Superunknown”du.
Bu eşsiz, kusursuz, zamanın ruhunu çok iyi yansıtan, karanlık bir albümdür. Tüketim toplumu, kapitalizm, yeni dünya düzeni, siyaset konularında, bireysel pencereden şaşırtıcı derecede isabetli gözlemlere ve saptamalara sahiptir.
Cornell kariyerinin sonraki yıllarında tek başına çalışmaya, tek başına takılmaya odaklandı. 2002’de Zack De La Rocha’nın ayrılmasıyla Rage Against The Machine ekibini arkasına alarak Audioslave oldular, çok iyi müzik ve üç albüm yaptılar ama o da uzun sürmedi, 2006’da Cornell gene solo işlere girişti. 2007’deki Rock’n Coke’a gelmişti.
Yalın bir sound
Grunge’ın ardından müzik ve rock değişti, 2000’lerin başında punk etkisi rock’ta öne çıktı. Alternatif rock ve şimdi indie çatısı altında toplanan farklı müziklerin etkisine Cornell hiç girmedi. Aksine solo işlerinde sadeleşti, klasikleşti. Çoğu zaman yeni şarkıların akustik gitar ve vokal ile söyledi. Sound’unu yalınlaştırdı. 3 Mart’ta yayınlanan “The Promise” adlı en yeni şarkısı da bu anlayışta.
Cornell’in ilk evliliğinden bir kızı, ikinci evliliğinden de bir kızı ve bir oğlu vardı. İnsanların kalbinde ve hatırasında o güçlü ve güzel sesiyle, kaliteli müziğiyle yaşayacak.
Chris Cornell’li 3 albüm
“Temple of the Dog” (1991) - Temple of the Dog: Chris Cornell’in (Pearl Jam’i oluşturan) Matt Cameron, Eddie Vedder, Jeff Ament, Stone Gossard, Mike McCready ile birlikte yer aldığı grubun tek albümü. Cornell’in 24 yaşında hayatını kaybeden müzisyen arkadaşı Andrew Wood’un fikir babası olduğu bir girişim.
“Superunknown” (1994) - Soundgarden: 90’ların en büyük grunge ekiplerinden birinin müziğini dünyaya duyurduğu, son derece politik, sofistike müzikal yapısıyla insanı kendine hayran bırakan, dönemin rock sound’unu belirleyen özel bir albüm.
“Audioslave” (2002) - Audioslave: Cornell’in Zack De La Rocha’sız Rage Against The Machine ekibiyle mükemmel uyumu sonucunda ortaya çıkan grubun, aynı adlı üç albümünden ilki. Katıksız rock sound’u, Cornell’in vokali Tom Morello’nun gitar riff’leriyle şekillenen işitsel şölen.