Askere gitmeden önce ‘Hayatım boyunca elime silah almam’ diyordum.
Askerde kural... Atacaksın. Hayır yok. Aksini düşünemezsin.
Aldım elime M1’i yattım. 20 metreden attım. Yerimden kalktım, astsubayın yanına gittim ve sordum:
-100 metreden ne zaman atıyoruz?
Bir anda her şey değişti. Çıkan korkunç sesten değil, adrenalinden beynim zonkluyordu. Keyif değil, korkunç, tarif edilemez bir heyecan, insanın eline yapışıyor. Sıcak, kendisine aşık ediyor. Güven veriyor, iyi hissettiriyor.
O an daha net anladım durumu. O günden bu yana elime silah değmedi, umuyorum bundan sonra da değmez. Buna mecbur kalmam. Ama ateş etmenin yarattığı adrenalini biliyorum artık.
Atış deneyimin ardından artık eskisinden daha fazla, daha sert bir bireysel silahsızlanma taraftarıyım. Çünkü silah dediğinin böyle bela bir şey... Sadece askerde, sadece poliste olması gereken bir şey, çünkü bağımlılık yapıyor. Silah sadece onların elindeyken bir anlam ifade ediyor. Gerisi saçma sapan ve zararlı bir alışkanlık. Sivilin silahı olmaz, olmamalıdır. Sadece kolluk kuvvetlerinde, sadece güvenlik
Bülent Korkmaz takımını tek santrforla sahaya sürdü. Galatasaray da cezası nedeniyle sahasında değil Kayseri’deydi.
Bu iki mutlak ve negatif gerçeğin sonucu ne oldu peki? Sarı-kırmızılılar 20 bin taraftarının önünde sezon başından bu yana en iyi maç girişlerinden birini yaptı. Gözü, kulağı şampiyonluk yarışı oyunlarında ama beyni görev gereği bu maçta olan beni sarıp oyuna bağlayan parlak bir oyunla.
Lincoln ve Arda’nın pas uyumu, Barış’ın ve Baros’un onlara uyumu, Topal ve Ayhan’ın hatta savunma beklerinin de katılımıyla rakibi şaşırtan bir hücum zenginliği ortaya koydular. Burada daha şaşırtıcı olan büyük bir beceriyle kale önüne kadar getirdikleri toplardan bunca becerili ayağa rağmen iyi bir gol vuruşu çıkartamayışları oldu. Ancak bir penaltıyla istedikleri ve mecbur oldukları gole ulaşabildiler. Galatasaraylılar açısından sevindirici, düşmeme mücadelesi veren Ankaragücü açısından acıklı olan ise Emre’lerin önünde Topal ve Ayhan’la kurdukları barajın uzun süre geçilememesiydi.
Burada
Derbi sonrası, önce Aragones sonra Adnan Polat’ın bu yarışın içinde nasıl olamadıklarına inanamadıklarını vurgulayan ‘İçimiz yanıyor’ açıklamalarını şöyle değerlendirmek lazım: “Şampiyonluk yarışındakilerin son hafta yaşadıkları panik ve dağınıklığa bakıyorum da, biz nasıl bu işi beceremedik diye kahroluyorum”.
Yoksa Beşiktaş ve Sivasspor’un bu haftaya kadarki adanmışlıkları ve isteklerinin, takım içi uyumları ve çözüm bulabilme kabiliyetlerinin diğerlerinin çok önünde olduğu açık. Buraya şansla gelmediler. Diğerlerinin de sorunu şanssızlık değildi.
Galatasaray ve Fenerbahçe sezon başından bu yana hep çözümsüzlük ve sorun ürettiler. Kendileri, başkası değil... Hoca tercihlerinden transferlere, sezon ortası hamlelere kadar... Galatasaray’ın sakatlıklar ve takım içindeki huzursuzluklarla, Fenerbahçe’nin de teknik heyet futbolcu uyumsuzluğuyla uğraşması hedefi şaşırttı. Daha büyük hedefler için alınan önlemler; büyümek için yapılan hamleler, sahip olunan
Aragones’in tüm zorlamalarına rağmen Fenerbahçeli oyuncular isyan etti
Eski Fenerbahçe’de olsa, Gökhan Gönül’ü maç tahtasında stoper mevkiine yazdığı an, Aragones’in işi biterdi. Kimsenin anlayamadığı, antrenmanlarda denenmemiş bir entresan fikir... Sağ bekte Ali Bilgin’in, Gökhan’ın yanında da Yasin’in forma giydiğini de hesaba katın. Ancak sahadaki durum İspanyol hocayı başlangıç için kurtardı. İki sebeple; öncelikle tahta üzerinde gayet sağlam duran Beşiktaş orta sahası Fenerbahçe’ye hiç önde basmadı ve rakibin pas yapmasını engelleyecek, dolayısıyla Fenerbahçe savunmasındaki problemleri gösterecek bir durum oluşmadı.
İkinci önemli sebep ise Fenerbahçe’nin iki liderinin topa sürekli sahip olup çok soğukkanlı davranabilmeleriydi. Semih ve Emre bu sezonun en parlak performanslarını hiç paniğe kapılmadan gösterdi ve Fenerbahçe oyunu domine etti. Oyun içinde Gökhan Gönül’ün aslında stoper değil, sarkık hızlı bir libero gibi oynadığı da ortaya
Kadıköy’de UEFA Kupası’nı kaldırmasını beklediğimiz takım belki de 2 hafta sonra UEFA Kupası’na katılma hakkını kaybetmiş olabilir
Yabancı bir futbol adamına dünkü Hacettepe’yi izlettirseniz ve ona bu takımın düşmesinin hemen hemen kesin olduğunu söyleseniz, herhalde ligimizin seviyesinin çok üst düzey olduğunu düşünürdü. Gayet güzel bir alan paylaşımı, soğukkanlı bir pas trafiği, oyun temposunu ayarlamayı bilen bir takım. İyi forvetleri ve çok da iyi bir kalecisi var ve sahadaki takımın 3. kalecisi.
Tabii öte yandan Galatasaray’ı da mecburen izlemiş olacak... O yabancıya “Biz bu ekibin UEFA Kupası’nı almasını bekliyorduk” deseniz alacağınız karşılık muhtelen bir gülümseme olurdu. Bu açıdan durum gerçekten vahim. Galatasaray’da kısa süre önce hedef UEFA Kupası’ydı. Bizzat kendisi, katılım değil. Ama gelin görün ki, iki hafta sonra Kadıköy’de UEFA Kupası’nı kaldırmasını beklediğimiz takım belki de 2 hafta sonra Avrupa Ligi’ne katılma hakkını kaybetmiş olabilir.
T
Bugün biraz tembellik yapayım dedim. Ben demiştimciliğe soyunmuyorum hayır. Çünkü insan olmaktan dolayı yanıldığım oluyor fazlasıyla... Sadece bu haftasonu Sivasspor’u ve Fenerbahçe’yi seyrettikten sonra yazacağım yazı, 30 Eylül 2008’de Sivas-Fenerbahçe maçından sonra yazdığımdan farklı olmayacaktı. Yeniden yazmaya gerek görmedim.
Buyrun:
Aziz Yıldırım neden sürekli yöntem/metot değiştiriyor? Avrupa piyasasına girmek isteyen hırslı hedefli bir teknik direktöre görevi verdikten 2 sene sonra, emekli olmak üzere olan ve zaten Avrupa’nın zirvesindeki teknik direktörü takımın başına getirmek nasıl değerlendirmeli? Yıldırım’ı en sağdan en sola götüren ne?
Zico’nun Fenerbahçe öncesi hayatı: Japonya’da hâlâ öğretebileceğin öğrenciler, hâlâ öğrenebileceğin şeyler varken çalışmak. Daha yolun başındayken.
Aragones’in Fenerbahçe öncesi hayatı: Sadece oyuncuları dizmek. Barça’dan Real’den Liverpool’dan gelmiş
Denizli’nin yine oyuncu tercihleri üzerine tartışılacaktır. Ne yalan söyleyeyim hoca sanki bizim mesleğe anlam katmak için özellikle bunları yapıyor gibi
Beşiktaş maça santrforsuz başladı. Holosko, Delgado, Tello ve Serdar Özkan’ın aslında hücuma dönük orta saha oyuncuları olduğunu kabul edersiniz. Böyle bir takımın, yani bu 4-6-0’ın, hücumda çok etkili olmasa da orta sahada etkin, birbirine yakın bir dar alan oyunu oynaması beklenir değil mi? Hayır, ortaya çıkanın son derece dağınık, birbirinden uzak, kontratak üretemeyen bir ekip oluşunu hayretle izledik.
Delgado ve Holosko’ya, Serdar Özkan’ın aynı serilikte katılamayışı bunda önemli bir etkendi. Ama asıl önemlisi Cisse-Ernst ikilisinin görev paylaşımında bir sorun oluşu. Hangisi 1, hangisi 2 numaralı çapa belli değil gibi. İkisi de oyunun defansif yönünde daha fazla kaldılar. Kim bilir belki de bu Denizli’nin bir tercihi, onları salt ön stoper olarak kullanmak istiyordur.
İkinci yarıda Bobo’nun oyuna girişi sonrası bu dağınıklık son bulmadı, ama en azından
O bundan sonra bir klasman ismi olacak belli ki. Takımlarımız “Ernst tipinde bir orta saha” arayacaklar
Ankaraspor bu ülkenin en iyi ezbere pas yapan takımlarından biri. Ülke ortalamasının üzerinde bir tempoyla bunu yapıyorlar. Genelde onlarda eksik olan -özellikle de Özer olmadığında- kaleye sıklıkla gidebilmek. Gidebildiğinde de etkili bir gol organizasyonu kurabilmek... Belki de Aykut Kocaman tüm forvetleri kendi yeteneğinde sandığından bu konuya çok eğilmiyor. Sadece “Ben oynasam nasıl bir orta saha isterdim ?” diye düşünüp bunun peşinde koşuyor, buna çalışıyor.
Şaka bir yana, dün bunun bayağı dışında bir maç oynadılar. Şu bir gerçek ki, Meye ve Mehmet Çakır biraz daha ciddiyetle olaya yaklaşabilseler, Meye’yle buldukları ilk gol 3. sayıları bile olabilirdi.
Beşiktaş bu dönemde hiç de deplasmanda 3-1’lik bir galibiyet almış bir takımın güveni ve kontrolüyle oynuyor gibi değildi. Çift çapayla oynamalarına rağmen savunmanın önünü tutmakta zorlandılar. Hem Holosko, hem Yusuf, hem de Delgado’yla