Matteo Ferrari tanınmayan bir oyuncu değil. İtalya Ligi’ni ucundan, kenarından takip eden herkes genç yaşında Inter ve Parma’da nasıl olduğunu, sonra kısa İngiltere ve Roma macerasını bilir. Son olarak da Genoa tabii ki. Bu sürede onun çok iyi bir sezonunu hatırlayan var mı?
10 senelik kariyerinde tam 6 kez serbest kalarak transfer yapmış bir oyuncudan bahsediyoruz. 7 yıldır ona bonservis ödenmiyor. Ona bir kez bonservis ödenmiş (1 milyon euro). Şimdi bundan tam 7 yıl sonra Ferrari için Genoa kulübüne 3 ila 5 milyon euro bonservis verecekler.
Verecek olan Genoa’nın elemesine ulaşamadığı Şampiyonlar Ligi’nin vizesini şimdiden cebine koymuş olan Beşiktaş. Geçen yıl aynı ligden yine bir sıra oyuncusu olan Zapo’ya 4.5 milyon euro verip, şimdi onu Bursa ya da Antep’e kiralamak için çırpınan şampiyonumuz.
Şimdi Zapo’yu, Antep’e göndermek için harcanacak paraya ve çabaya ihtiyaç var. Ferrari’yi değil eşini ikna etmek gerek. Eşine televizyon programları ayarlamak lazım. Ferrari gelecek, muhtemelen dilimizi öğrenmeden gidecek, ama
Hiç duraksamadan muhteşem transfer olduğunu söyleyebilirim. Lyon’da bekleneni verememiş olsa da... Tabii aslında bu Galatasaray için iyi. Lyon makinesi, 18 milyon euroya aldığını 40-50 milyon euroya satma üzerine kuruludur, bilirsiniz. Makine Keita için böyle çalışmadı. Lille’de özellikle Şampiyonlar Ligi’nde göstermiş olduğu performansı gösterememiş olabilir. Zaten gösterse yolu zirve takımlardan biri olurdu.
Keita atletik bir Yattara gibi. Forvet özellikleri çok daha güçlü ve daha dayanıklı... Gerçekten flaş hamle... Öte yandan Rijkaard’ın klasik oyununda nerede oynayacağını da sorgulamak lazım. Sağ ayaklı, ama iki kanatta da hem orta saha, hem forvet özelliklerini kullanabiliyor.
Keita’nın, Galatasaray’ı yeniden bir çıkış olarak görmesi durumunda seyircinin ondan çok keyif alacağını söylemek mümkün. Hiç kuşkusuz sessiz ve derinden bir bomba oldu bu.
Takım tamamlandığında genel kanının aksine Rijkaard’ın aslında klasik bir 4-3-3 oynatmadığını göreceğiz. Onun oyunu bu değil. O
Rüştü - Serkan (Semih), Önder, Luciano, Ümit - Mehmet Yozgatlı, Appiah, Aurelio, Tuncay - Alex, Nobre (Anelka).
Bu Daum’un, Denizli’de şampiyonluğu lig tarihinin en önemli maceralarından biriyle Galatasaray’a kaptırdığı (Sarı kırmızılıların büyük bir inanç ve ısrarla kazandığı yarıştaki) maçın kadrosu.
İtiraz edilmeyecek şekilde Anelka yedek, Semih yedek.
Belki de Fenerbahçe tarihinin en güçlü orta saha bloklarından biriyle sahada... Bugün için rüya sayılabilecek bir kadro. Yedek kaleci Volkan, Mahmut, Zafer Biryol ve Deniz de var. Bu kadronun anormal gücünü bu isimler anlatmıyorsa geriye kalan, yedekteki son isme bakın. Kadronun en kötü oyuncusuna: Servet’e...
Servet, Daum’un 81 puanla da olsa kaybettiği şampiyonlukta kadronun en kötü futbolcusuydu.
O günden bu yana Servet’in ilerleyişini, en iyi Türk futbolcular arasına girmek için gösterdiği insanüstü çabayı göz ardı edemeyiz. Ama Servet’ten yararlanamayan tek teknik direktörün o olduğu
Beşiktaş’ın muhteşem dublesindeki en temel unsur Mustafa Denizli’nin sınırsız yetki yelpazesiydi. Profesyonel futbol takımında tam ve sarsılmaz bir iktidara sahip olarak her şeyi tek başına idare ederek bunu sağladı. Belki de başkandan ilk istediği şey, paradan önce buydu. Hiçbir yönetici ortada olamayacaktı, başkan da dahil. Şöyle de söyleyebilir ve durumu sadeleştirerek anlatabiliriz: Kulübün içinde bulunduğu şartlar gereği profesyonel futbol takımının başkanı da değil, sahibi gibi davranma şansına sahip oldu. Bu şartlarda oyun olarak büyük bir ilerleme sağlamasa da şevkle oynayan, bireysel hedefleriyle takım hedefini birleştirmiş bir ekip ortaya çıktı. Temel rakipler her yerlerinden ayrı ayrı parçalanırken, sadece Sivas ve Beşiktaş’ta bu durum vardı. Onlar da zirveyi gördü.
Denizli’nin sezon sonu devam etme kararında duraksaması bu durumun yarattığı yorgunluktan çok, işlerin değişme ihtimali. Denizli geçen sene bu iktidarı, Beşiktaş yönetimi dibe vurduğundan yapacak ne halleri, ne de güçleri kaldığından alabildi. Ama bu kez takım
Galatasaray’ın UEFA Kupası zaferini yazdığım bilgisayarla, bugün internette o yazının olduğu sayfayı açmam mümkün değil.
O kadar değişti her şey. Aletler böyle değişirken oyunun aynı kalmasını beklemek mümkün değil. Aktörler, yöntemler, kulüpler her şey değişiyor. Bologna, Mallorca, Dortmund, Leeds. Bu kulüpler o zaman neydi, şimdi ne?
Oyunun kuralları değişiyor. Saha içinde ve dışında... Çok hızlı hem de. Daha önce hiç olmadığı kadar... Ama en önemli değişim oyunun kendisinde.
Dün Fanatik Gazetesi’nde bu değişimi anlatan güzel bir röportaj yayınlandı. Necil Ülgen ve Mehmet Demircan, Joachim Löw’le konuşmuş. Söyledikleri basit ama önemli... Çünkü biliniz ki o sadece bir teknik adam değil, bir futbol düşünürüdür.
Löw sadece Euro 2008’in en iyi hocalarından biri olmakla kalmadı misal. Basın toplantılarındaki açıklamalarıyla kupanın en iyi yorumcusu da oldu. Saha kenarından (Avusturya maçının yarısında ve Portekiz maçında tribündeydi gerçi) oyunu bu kadar
Daum’un takımın başına getirileceği haberinin üzerine, dün üç bin Fenerbahçeli’nin Saracoğlu’nda Mehmet Topuz’u karşılamasını ekleyin. Zafer şarkıları eşliğinde bir dünya starı gibiydi.
Dün bir kez daha görüldü ki, Fenerbahçe artık bu işlerin, bu şovun büyük ustası oldu. Türkiye seviyesinin çok üzerinde bir tecrübeleri var. Ama ne yalan söyleyeyim işin içeriği aynı güzelliği sunmuyor. Şahane bir paket ve sunum var, fakat içerik yükseltilen beklentilerden uzak... Hatta başka bir yola sapılmış, başa dönülmüş, içe kapanılmış gibi... Açık konuşalım Fenerbahçe, Türkiye Ligi Şampiyonluklarına kilitlenmiş gibi. Tek hedef 3 yıl boyunca ligi domine edecek bir takım yaratmak. Sadece bu kadar.
Geçtiğimiz 3 yılda ne olup bittiğine bakın ve gelecek 3 yılda ne hedeflendiğini anlamaya çalışın. Tablo çok açık. Daum sıfır Avrupa başarısı, 2 şampiyonluk ve bir son dakika ikinciliği sonrası apar topar gönderilmişti. Fenerbahçe o günden bu yana bir kez şampiyon oldu,
Cumartesi sabahı kalktım. Telefon defterimi açtım. Brezilya’dan Kore’ye tanıdığım tüm uluslararası futbol uzmanı meslektaşlarımın hepsini aradım. Yerel saati uygun olmayanlara da elektronik posta attım.
Tek bir soru sordum herkese: “Mehmet Topuz hakkında ne düşünüyorsun?” Yaklaşık 30 kişiye ulaşmayı başardım.
“İki sene önce Lille istemişti galiba” ve “Ya U-20 ya da Ümit Milli Takım’da izlemiştim sanırım. İyi futbolcuydu” en övgü dolu cevaplardı. İsmi o kadar da duyulmamış değildi, Kayserispor’da oynadığını bilenler oluyordu, ama bir anda nereden duyduğunu hatırlamayanlar da fazlaydı. “Sivas’ın golcüsü değil mi?” karşı sorusuyla da birkaç kez karşılaştım.
Bazılarına Mehmet Topuz’un Kayseri’den aldığı parayı, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın 6 milyon euro civarında bir bonservis vererek bu oyuncuyu almak istediklerini söyleyince şaşırdıklarını belirtmeliyim. “Euro 2008’de neden yoktu?” sorusunu da sıkça duydum. Ki sanırım en önemli soru da buydu. Ülkenin Türkiye’de
Hemen her an topa sahip olup çok az şey üretebildik. Rakip, takımımızı hiç zorlamadı ama biz de pek kendimizi zorlamadık. Tartışmalı reklam kampanyasının kahramanları isteksiz değillerdi. Tatile çıkmış gibi de değillerdi. Ama bir şeyler eksikti. Tam da o reklamda bahsedilen şey. Rakibi şaşırtan, aman vermeyen bir futbol değildi bizimki. Biraz yumuşak kaldık. Son darbeyi vurmak konusunda çok istekli değildik. Halbuki şartlar bunun için hazırdı.
Terim’in 4-3-3/4-5-1 varyasyonu savunma kanatlarının da hücuma katılmasıyla rakip alanda fazlalık yaratan bir yapı. Azerbaycan oyunumuzu kabullenince neredeyse hiç 4-5-1’e dönmeden, savunma göbeğindeki Ceyhun -Eren ikilisi dışında tüm unsurlarıyla ileri yığılan bir takım olduk. Ama bu oyunun mutlak gerekliliği olan tempolu top çevirme, oyunun yönünü hızla değiştirip rakibi eksik bırakma işlerini çok ender yapabildik. Arda oyuna girmeden önce sadece Nuri’nin zaman zaman yaptığı girişimlerle, ters toplarla şans bulabildik.
Rakip 10 kişi kaldığında iş değişti tabii. Bu kez amansız olduk. Kart öncesinde