"İnsanlar hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırlar” diyen Milan Kundera, “Yavaşlık” adlı kitabında yavaşlamanın getirdiği yoğun duyguların günlük hayatımızdaki yokluğu üzerine düşünüyordu. Not almak için de yavaşlamaya ihtiyaç var. Bence küçük bir defter, yavaşlamak ve yoğunlaşmak için yeterli.
En sevdiğim defter boyutu ise A6, yani bir A4 kâğıdını iki defa katlayınca elde edilen alana sahip defter türü. Cep telefonu boyutlarındaki bu tür defterlere seyahat defteri de deniliyor. Müthiş yararlı bir icat. Bir A6 defteri küçüktür, mütevazıdır, hafiftir, yazmak için özel bir yer aramaz, hemen her durumda yazı yazmak için en ideal defter boyutudur.
A6 defterlerini yazmak için küçük bulanlara defter uzmanı Ali İkizkaya’dan öğrendiğim bir yöntemi öneriyorum: Defteri dikey değil yatay kullanın, böylece A5 boyutunda bir alan elde edersiniz.
Ancak iyi defter bulmak zor. Her fırsatta kırtasiyeleri geziyorum ve defter bölümlerine uğruyorum. Kapak bir
2015’te Borusan Contemporary’de düzenlenen “Görünenin Ardındaki” başlığını taşıyan sergide Michal Rovner’in “Parçalanmış Zaman” adını verdiği bir ton ağırlığındaki dev eserini gördüğümden beri unutamıyorum. Diğer eserler de çok iyiydi ama “Parçalanmış Zaman” bambaşka bir seviyedeydi.
Michal Rovner’in 1 ton ağırlığındaki “Parçalanmış Zaman” isimli çalışması (2009)
Eser, tıpkı Şule Gürbüz’ün, “Coşkuyla Ölmek” isimli kitabının 120. sayfasında altını çizdiğim “Önümde sayısız zaman ve ben bütün perişanlığımla bu zamanların arasında vardım” cümlesinin cisimleşmiş hali gibiydi.
Michal Rovner müthiş bir sanatçı, tek bir eserle insanlık tarihi, hafıza ve zaman üzerinde düşündürebiliyor. Arkeolojik bir kalıntı gibi duran ve akrebi-yelkovanı kayıp bozuk bir saatin kadranına benzeyen taşın yüzeyindeki desenler aslında taşa kazınmış değildi, taşa yansıtılan bir projeksiyondu. Çemberlerdeki çıkıntılar ise tıpkı bir
Bir saati parçalarına ayırınca ne görürüz?
Bir saatin ruhunu parçalarına ayırabilmenin mümkün olmadığını anlarız.
Küçük parçalar, birlikte çalışmak için zorunlu olarak yanındakine ihtiyaç duyan bütün o küçük parçalar manevi bir dünyaya gitmek için bir durak ve ruhani nesneler yumağından başka bir şey değil. Bir saati
parçalarına ayırınca insanı parçalarına ayırmış oluruz.
Önce bir el düşünelim. Kimin eli bu görünmeyen? Fani bir insanın eli. Bir ölümlü. Doğmuş, sevmiş, okumuş, ağlamış, gülmüş, darılmış, uyumuş, uyanmış, kirlenmiş ve arınmış. Nihayetinde o kadar kısa bir süre yaşayacak ki çoğu insan onun farkında bile olmayacak, karanlıkta bir alev gibi parlayıp sönecek. Binlerce harfin içinde bir harf, milyonlarca, milyarlarca kum tanesinin içinde bir kum tanesi. İnsanın küçüklüğünü idrak etmesi çok güzel bir an. İşte böyle parçalarına ayrılabilen fakat insanın elinde parçalığından çıkıp bir
17 Ağustos 1999 Marmara depreminde yaşadığım çaresizliği aradan geçen bunca yıla rağmen unutamıyorum, çocukluk arkadaşımı da kaybettiğim için yakından biliyorum, bu deprem de öyle olacak; depreme uzaktan-yakından maruz kalan kimse unutamayacak.
İşim gereği her gün deprem bölgesinden gelen fotoğraflara bakıyorum, o fotoğrafları tasnif etmek, kaydetmek işimin en önemli parçası. Arşivciler bilir, yayımlanmayan devam karelerini de görmek zorundayız ve onları da saklamak zorundayız. Fotoğraflar o kadar çok öyle acı anları gösteriyor ki içinde insan olmayan fotoğraflar bile keder yüklü.
Arşivci olarak baktığımda 6 Şubat 2023 tarihli Doğu Anadolu depremleri ile 1999 Marmara depremi arasında neredeyse hiçbir fark göremiyorum. Tek fark o zaman dia ve negatifler vardı, şimdi bütün fotoğraflar dijital. Ne var ki gazete binasından çıktığımızda hiçbir şeyi arkada bırakamıyoruz, olay yerindeki arkadaşlarımızın gönderdiği fotoğraflar zihnimizde birikiyor, bazen ağlıyoruz bazen konuşamıyoruz. Ben dolaylı olarak etkileniyorsam depreme yakalanan canların ne kadar
Çay yolunun büyük ustası Sen no Rikyu’ya (1522-1591) atfedilen bir öyküye göre Rikyu, 17 yaşında dönemin ünlü çay ustası Takeno Joo’nun öğrencisi olmuş. Bir gün usta Joo, bilgeliğini sınamak için Rikyu’dan bahçeyi temizlemesini istemiş. Titiz bir şekilde bahçeyi yapraklardan ve diğer çerçöpten arındıran, yerleri süpüren, yıkayan ve bir toz zerresi kalmayacak şekilde güzelce temizleyen Rikyu, iş bittiğinde bahçenin son derece kusursuz olduğunu görmüş. Ancak bu mükemmel görüntü Rikyu’yu rahatsız etmiş. Bunun üzerine bahçedeki yabani kiraz ağacının ve kızıl akçaağacın dallarını hafifçe sallamış, renkli yapraklar ve çiçekler yere düşmüş. Usta Joo’nun bu tabloyu oluşturan yaklaşımdan gurur duyduğu söyleniyor.
Bu öykünün bir başka versiyonu daha var, öyküde bu sefer bahçeyi temizleyen kişi Rikyu’nun çırağı olan oğlu, mevsim sonbahar, bahçenin temizlenmesini isteyen de Rikyu. Bahçeyi temizleyen
Bir zamanlar İtalyan ve Fransız çizgi romanlarına bayılırdım, süper kahramanları son derece anlamsız bulduğum için Amerikan çizgi romanlarından hep uzak durdum ama belli bir yaştan itibaren Japonların haiku’dan sonra en önemli ikinci icatları olan manga okumaya başladım ve manga dünyasını daha çok sevdim.
Çizgileri sevdiğim için olsa gerek çizgi romanlar gibi çizgi filmleri de seviyorum. Seişu Handa isimli 23 yaşındaki genç bir hattatı anlatan 2014 tarihli “Barakamon” adlı çizgi filmi izlediğimde de çok beğenmiştim. Daha sonra mangasını (2009) okudum ve çok daha büyük keyif aldım. “Barakamon” yazı yazmayı seven herkesin izlemesi gereken bir anime diye düşünüyorum, tabii ben mangasını daha çok sevdim orası ayrı. Belki belli bir yaştan sonra sesler beni rahatsız ettiği için olabilir, manga sessizce okunabildiği için bana daha çok “sesleniyor” galiba.
“Barakamon” arada sırada yeniden izlenecek/okunacak türden bir eser, geçenlerde mangasını tekrar okudum ve yine aynı
"20. Yüzyılın en büyük arşivcisi kimdir?” diye bir sorsalar hemen Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver (1898-1986) derim. Ünver hoca 88 yıllık ömrü boyunca iki bin civarında yayına imza atmış, beş binden fazla sanat eseri üretmiş, altmış bin kadar yazma eseri incelemiş ve binlerce öğrenci yetiştirmiş bir doktor, arşivci, şair, tıp tarihçisi, sanat tarihçisi, ressam, hattat, minyatür ve tezhip sanatçısı, kısacası bir kültür sanat anıtı!
Süheyl Ünver’in ismini ilk kez 1990’ların başında Teşvikiye’de kitap satarken elime geçen 1961 tarihli “Fatih’in Çocukluk Defteri” isimli kitapta görmüştüm. Sonra nereye baksam izlerini gördüm, üniversitede arşivcilik okurken ismini çok duydum, hattat ve ebru ustası Necmeddin Okyay’ın eserlerine ve hayatına ilgim başlayınca yine ona rastladım, Kubbealtı Vakfı’na kitap almaya gittiğimde eserleriyle karşılaştım, Uğur Derman’ın tadına doyum olmayan muhteşem makalelerinde onun adı geçiyor. Böyle birinin arşivi de muazzam olmalı.
Defteri ziyaret
Sü
Joseph Conrad (1857-1924) hayatının son 30 yılını karada geçirmiş olsa da rahatlıkla denizi onun kadar iyi yazan çok az yazar vardır diyebiliriz. Ben biraz daha ileriye giderek denizi el yazısının harflerine varıncaya kadar hayatına katan başka bir yazar yok diyorum.
Edward Said, “Joseph Conrad and the Fiction of Autobiography” (1966) isimli incelemesinde, Conrad’ın eserleriyle mektuplarını karşılaştırır ve yazarın editörlerine, arkadaşlarına ve yakınlarına yazdığı toplam 8 cilt tutan mektupların çokluğu ve yoğunluğu karşısında şaşkına döndüğünü yazar. Benim şaşkınlığım ise çok farklı, Conrad’ın mektuplarında ve notlarında kullandığı el yazısını çok büyüleyici buluyorum.
Yazarın el yazısının etkileyici kısmına geçmeden önce Joseph Conrad’ın nasıl bir insan ve yazar olduğuna bakmak en doğru yöntem diye düşünüyorum. Çünkü Conrad’ın hayatı da yazıları gibi dalgalı, anadili Lehçeyi ve daha sonra Fransızcayı çocukluğundan beri akıcı bir şekilde konuşuyordu, ancak eserlerini yazmayı tercih ettiği