Bir saati parçalarına ayırınca ne görürüz?
Bir saatin ruhunu parçalarına ayırabilmenin mümkün olmadığını anlarız.
Küçük parçalar, birlikte çalışmak için zorunlu olarak yanındakine ihtiyaç duyan bütün o küçük parçalar manevi bir dünyaya gitmek için bir durak ve ruhani nesneler yumağından başka bir şey değil. Bir saati
parçalarına ayırınca insanı parçalarına ayırmış oluruz.
Önce bir el düşünelim. Kimin eli bu görünmeyen? Fani bir insanın eli. Bir ölümlü. Doğmuş, sevmiş, okumuş, ağlamış, gülmüş, darılmış, uyumuş, uyanmış, kirlenmiş ve arınmış. Nihayetinde o kadar kısa bir süre yaşayacak ki çoğu insan onun farkında bile olmayacak, karanlıkta bir alev gibi parlayıp sönecek. Binlerce harfin içinde bir harf, milyonlarca, milyarlarca kum tanesinin içinde bir kum tanesi. İnsanın küçüklüğünü idrak etmesi çok güzel bir an. İşte böyle parçalarına ayrılabilen fakat insanın elinde parçalığından çıkıp bir bütün olabilen saatin sayesinde.
Saati bir kenara bırakalım. Çıplak ve sadece insan olarak düşününce, kısacık öylesine kısacık bir anda yaşıyor ki uzun bir gecede sadece bir düşünce kırıntısı olmaya değer mi bilmiyorum, uykusuzluk bile vakit kazandırmıyor, yorgun düşüyor parçalar ve sonunda duruyor saatimiz. Eller durunca dünya durur mu? Başka eller var. Uzanıp tutunduğun eller var, tutup yüzüne götürdüğün eller. Kısa bir zaman yaşıyoruz belki fakat geniş olamaz mı? Saatler bunu söylüyor. Çok kısa bir an buradayız, o zaman burada olalım.
Kurşunkalem
Kalbin ve aklın genişliğinden de söz edelim ama onları ayırmayalım, parçalara bölmeyelim. Gereksiz ve anlamsız olur. İnsan bir bütündür, ne kadar parçalanırsa o kadar anlaşılmaz olur. İnsan sayfanın bir yüzünde yaşar. Arka sayfada gölgesi vardır belki, belki yoktur.
Ama bazen dolmakalemi ve mürekkebi sevmiyorum. Kağıdın liflerine yapışıp olduğu yerden hiç ayrılmayan mürekkep yerine bir silgi ile hataları silmek iyi olur diyorum. Kibirden yanına yaklaşılmayan dolmakalem yerine yarım akıllı bir kurşunkalem olmak istiyorum bazen. Ağır ve ciddi olmak, her zaman “Başkaları ne der?” diye düşünmek yerine kim ne derse desin, ben saçmalamayı da bir tercih olarak her zaman aklında tutan bir kurşunkalem olmak istiyorum. “Yaptığım yanlışlardan da gurur duyuyorum” diyen bir dolmakalem olmak istemezdim. Yaptığım hatayı silip yerine doğrusunu, olması gerekeni yazmak isterdim. Beni ben yapan hatalarım belki fakat onların esiri olmak istemem.
Kimi zaman öyle anlar oluyor ki, insan geriye, ilk hatanın olduğu yere gidip kaderi başka türlü olmaya ikna etmek istiyor. Kurşunkalem olmak, yanlışlarımla değil düzeltmek isteğim hayatımla, hatalarımdan arınmış bir halde haksızlık yapana değil, temiz bir kağıda, hak edene elimi uzatmak isterdim. Varsın kâğıt yıpransın biraz. Öte yandan kimi insanın hamuru sağlamdır, kaliteli, aharlı kâğıda benzer. Geçmişin mürekkebini bir çırpıda silip atabilir. Yine de arkada bir gölge sezilir.
Bense kendimi yeniden inşa etmek istiyorum, hatalarımla birlikte yaşamak istemem. Daha doğrusu hatalarımın yaşamasını istemem. Dolmakalem yaptığı hatayı savunur. O zaman kurşunkalem olayım istiyorum; nerede bir haksızlık varsa onu silmek, yerine acil ihtiyacımız olan sevgiyi, saygıyı ve anlayışı oraya bırakmak istiyorum.
Thoinot Arbeau’nun 1582 tarihli pratik astronomi kitabından, ellerin nasıl güneş saatine dönüştürüleceğini gösteren çizim.
Dünyayı yaşanılır kılan
Dünyayı yaşanılır kılan şey umut. Umutsuzluğa kapılan, yılgınlığın esiri olan insanlara bir kurşunkalem ve silgi uzatmak istiyorum. Kederle hayata bakmak yerine, umutla başka bir zamana gülümsemek daha iyidir, zamana boyun eğmek yerine silip yeniden yazmak daha iyidir.
Yıkılsa da inatla ayağa kalkan o güzel insan, işte bizim umudumuz o. Ancak ellerindeki zamanın çizgilerini değiştirebilen mütevazı insanlar kendi hayatını değiştirebilir. Kendi kişisel tarihini değiştirmek isteyen insanları seviyorum. İçinde zehir biriktirenleri değil, iyileşmeyi isteyenleri, bölmek isteyenleri değil, birleştirmek, kavuşturmak isteyenleri, yazmayı ve ürpermeyi dert edinenleri seviyorum.
Bu çağda kurşunkalem olmak istiyorum bazen; kötülüğün, kavganın, gürültünün olduğu yerleri değil, heyecanın, mor sümbüllerin ve sessizliğin o tatlı havasını seviyorum. Gururlanmayı, büyüklenmeyi, rahatsız edici bir titreşime sahip o aşırı özgüveni de sevmiyorum. Kullanıla kullanıla iyice ufalmış kurşunkalem gibi küçük şeyler daha güzel.
Dünya umutlu insanlar sayesinde dönüyor. En umutlu olanlar ise kamış kalemlerin yongalarını biriktiren eski hat ustaları olabilir, o yongaların neden biriktirildiğini öğrenince ürpermemek elde değil.
*Yazının başlığına ilham veren Claire Keegan’ın son romanı “Böyle Küçük Şeyler” Umay Öze’nin çevirisiyle Jaguar Kitap tarafından yayımlandı.