Gösterge Mayıs-eylül döneminde bir miktar yükselme gözlendi ve 30 bin düzeyine gelindi. Bakalım bundan sonra gelişmeler nasıl olacak? Gerçekten otomotivde canlanma ve eski düzeylere geri dönüş sağlanacak mı? Yoksa bu geçici bir sıçrama mı?2004 yılı araba satışlarında rekor bir yıldı. Tam 451 bin binek otomobil satılmıştı. 2005 yılında da benzer bir performans görüldü; 438 bin araba satıldı. Fakat 2006 yılının ikinci yarısında mali piyasalarda dalgalanma oluşup faizler patlayınca talep düştü. Bir de tabii kurun zıplamasıyla ithal otomobiller YTL bazında daha pahalı hale geldi. Ekim ayında otomotiv satışları önceki aylara göre oldukça parlak geçti. Tam 32.569 binek otomobil satıldı. Oysa geçen yıl aynı ay 21 bin otomobil satılmıştı. Bu bir anlamda otomotiv sektöründe toparlanma sayılabilir. Kaldı ki, bu ocak-nisan arası ayda sadece ortalama 20 bin araba satılıyordu. Bu yıl ilk 10 ayda toplam binek otomobil pazarında 256 bin araç satılmış. Yılın geri kalan iki ayında ekim ayındaki performans sağlansa bile ne 2005 performansı tutacak, ne de 2006. Hele 2004 çok uzaklarda kalacak. Oysa geçen yıl ilk 10 ayda 296 bin binek otomobil satılmıştı. Araba satışlarını ne belirliyor? Aşağıdaki
Gösterge Bu sunumda kullanılan grafiği olduğu gibi yayımlıyoruz. MB aşağıda sunulan o grafikte piyasalarda faizlerin düşmesinin beklendiği dönemde bile daha fazla sıcak para girdiğini savunuyor. Yani MB zaman zaman hükümetin de etkilendiği ya da dile getirdiği polemiğin sona ermesini istiyor.Kuşkusuz sıcak para akışında faizlerin yüksekliği tek etmen değil. Bu anlamda MB'yi haklı bulmak mümkün. Nitekim ülkeye giren sıcak paranın büyük bir kısmı hisse senetlerine giriyor. Bu piyasa için de faizlerin yüksek olması gerekmiyor. Sadece o piyasadaki şirketlerin cazip olması ve gelecek ifade etmesi gerekiyor. Ancak faizlerin düşme olasılığı, yani bono fiyatlarının yükselmesi beklendiğinde yatırımcıların daha fazla bono almak istemeleri çok doğal. Çünkü bundan kâr sağlanacaktır. Nitekim yukarıdaki grafikte, kısa vadede beklenen faizle sıcak para arasında çok yakın bir ters ilişki gözleniyor. Özetle, MB, bırakınız yüksek reel faizleri, aksine, beklenen faizlerin düşüş eğiliminde olmasının sıcak parayı çektiğini ortaya koymaya çalışıyor. Ancak bu açıklama kısa vadede geçerli. Hiç kuşku yok ki, sıcak para akımlarının temeli küresel likidite bolluğuna dayanıyor. Bu da MB politikalarına bağlı
Gösterge 2002 yılının başında durgunluğun aşılamayacağı kaygısıyla dostlarım Mahfi Eğilmez ve Ercan Kumcu maliye politikasında gevşeme istemişlerdi. Bereket o gevşeme yapılmadan gerçekleşme öngörüyü aştı. 2003 yılında da 1 Mart tezkeresi sonrası yine endişeler yaşandı. Ama yine gerçekleşmedi. 2006 yılında küresel dalgalanma oluşunca, ben de dahil, birçok meslektaşım kısa vadede bir durgunluk beklentisine girdi. Gerçi çok da haksız çıkmadık, ama bu daha çok Merkez Bankası'nın para politikasını birdenbire sıkmasıyla oluştu. 2002 yılından bu yana hükümetlerin bütçelerde yer alan büyüme öngörüsü hep yüzde 5. Ancak şimdiye kadar bu öngörü hep aşılmış. Üstelik çeşitli yıllarda bu rakamın yakalanamayacağı kaygısı da yaşanmış. Ekonomideki bu yavaşlama, seçimlere gidilmesiydi, belki daha uzun sürebilirdi. Ama dünkü yazımızda da belirttiğimiz gibi, seçimlerle beraber mali disiplin gevşeyince ve sıcak para akımı güçlenince kur değerlenmeye, ekonomi de yeniden canlanma eğilimine girdi. Sanıyoruz böylece 2007 yılında öngörülen büyümenin çok altında kalınmayacak. Ancak 2008'e girerken koşullar bir hayli değişiyor. Birincisi, petrol geçen yıla göre çok daha pahalı ve Türkiye'nin bu artıştan son
Gösterge 2007 yılında görülen manzara ise oldukça ilginç. Birincisi, ilk 6 ayda özel tüketim neredeyse tamamıyla durağan hale gelmiş. Özel yatırımlarda da dikkate değer bir yavaşlama söz konusu: Yüzde 4.9. Bununla beraber, milli gelire yüzde 3.6 katkıda bulunan kamu yatırımları yüzde 25 artmış. Yani böyle giderse kamu yatırımları büyümeye yüzde 0.5 katkıda bulunacak. Yılın ilk yarısında ihracatın büyümeye katkısı bir hayli yüksek görünüyor. İhracat reel değerlerle yüzde 13.6 artmış. 2001 krizinden bu yana sanki bir kuralmış gibi bütçeler hep yüzde 5'lik bir büyüme öngörüyor. Bu öngörü son 5 yıldır tutsaydı milli gelir yüzde 28 büyümüş olacaktı. Oysa gerçekleşen büyüme daha fazla, yüzde 43 oldu. 2006 yılında küresel mali çalkantıyla karşılaşıldığında yüzde 5'lik öngörünün tutmayacağı endişesi oluştu. Ancak harcama yönünden bakıldığında ilk yarının çok güçlü olması, ikinci yarıda da ihracatın yardımıyla büyüme yüzde 6 oldu. Üretim tarafından bakıldığında, 2006 yılında hem tarım hem de inşaatın dirayetini koruması olumsuz küresel etkiyi hafifletti. 2007 yılının ilk yarısına üretim tarafından baktığımızda, tarımın geçen yıla göre daha sönük geçtiği, sanayi ve ticaret kesimlerindeki
Gösterge Bütçenin de 170-180 milyar dolar olduğu düşünülürse, sosyal güvenlik açıkları bütçenin yüzde 10'unu aşıyor. Oysa bütçe açığı bu rakamdan düşük. Yani, böylesi bir açık kalemi olmasa bütçe fazla verecek.Sosyal güvenlik reformu daha önce de Meclis'ten geçmiş, fakat Cumhurbaşkanı Sezer tarafından itiraz edilerek Meclis'e geri gönderilmişti. Sezer'in sakınca gördüğü hususlar haklı olabilir. Fakat bu reformun yürürlüğe girmesiyle hemen sonuç alınamayacaktır. Bütçedeki yükün azalması için zaman gerekmektedir. Bütçe açıklarının son yıllarda temel nedenlerinden biri sosyal güvenlik sistemindeki açıklardı. Sosyal güvenlik sistemindeki açıklar milli gelirin yüzde 4-5'ine ulaşıyordu. Elbette bu çok yüksek bir açık... Milli gelirin 500 milyar dolar olduğunu düşünsek, 20 milyar doları aşan açık veriliyor. Öncelikle sorunun nereden kaynaklandığını açıklayalım. Türkiye'de yoğun bir işsizlik sorunu var. Bu nedenle çalışanları erken emekli edip yeni nüfusa iş açma eğilimi var. Özellikle 1992 yılında Demirel-İnönü hükümetinde bu yönde adım atılıp erken emekliliğin önü açılmıştı. Öte yandan çalışanlar da prim ödeyip çalışmayanların, yani emeklilerin maaşlarını ödüyor. Kayıt içinde, yani
Gösterge Vergi gelirlerinin toplam kamu gelirleri içinde payı uzun süredir azalıyor. Üstelik geçen yıl özelleştirmeden elde edilen paralar bütçeye gelir yazılınca bu daha da belirgin hale geldi. Az değil, vergilerin yüzde 20'si kadar özelleştirme geliri elde ediliyor. Gerçi bu payın yüzde 16'ya düşmesi bekleniyor. Ama vergilerin toplam bütçe gelirleri içindeki payının bu denli düşük olması dikkat çekiyor. Açıkça bilmeliyiz ki, Türkiye'de vergiler ağır değil, aksine hafif. Ağır gelmesinin nedeni vergiye alışmamaktan kaynaklanıyor. Kırsal kesimden ya da tarımdan koparak kentlere gelen ve tarım dışı faaliyete henüz geçmiş birinin devlete vergi vermeyi yük görmemesi mümkün değil. Çünkü ülkemizde köylü hizmet almak için vergi değil, oy verir. Oysa kentlerde yurttaşlar hizmet almak için vergi verir. Oy pazarlığını daha az yapar. Hizmet karşılığının vergi olduğunun benimsenmesi de toplumsal olarak zaman alıyor. Demek ki ilk konu vergilerin yetersizliği... Ancak artırmak da kolay değil. Vergiler içinde en büyük pay özel tüketim vergisine (ÖTV) ait; yüzde 25.4. Ardından gelir vergisi geliyor; yüzde 21.7. İthalattan alınan KDV'nin payı ise yüzde 18.7, diğer yurtiçi KDV'nin payı ise yüzde
Gösterge Üstelik kur yukarı taşındığında bunun etkilerinin ne olacağı da tam olarak bilinmiyor. Yani kur nereye çıktığında dış açık kapanabilir? O düzey de öylesine yüksek olur ki, diğer tüm makro dengeler şaşabilir. Özellikle de enflasyon.Kurun yukarı taşınması için müthiş bir döviz talebi gerekiyor. Unutmayalım ki, eskiden maaşını alan döviz bürosuna gider döviz alırdı. Şimdi bu bürolar ancak yurtdışına gideceklere, ya da çok özel nedenlerle dövize gereksinimi olanlara döviz sağlıyor. Öyle sanıyoruz ki, döviz bürolarının gün sonunda ellerinde döviz kalıyor. Ve dönüp dolaşıp bu bakiyeyi bankada bozmak zorunda kalıyorlar. Yani vatandaşın döviz talebi ortadan kalktı denebilir. Kurun düşüklüğünden hemen herkes şikâyetçi hale geldi. Çünkü düşüklük o denli bariz hale geldi. İki üç yıl önce verimlilik artışıyla işi örtbas etmek isteyenler bile şimdi artık kantarın topunun kaçtığını kabul ediyor. Ancak bu kurun nasıl yukarı taşınacağını da kimse kestiremiyor. Öte yandan ortada ciddi bir dış açık olsa da sermaye akımları o denli güçlü ki, kur kafasını her kaldırdığından sanki kafasına fırıncı küreği yiyor. Ve daha aşağıya gidiyor. Çünkü bu kez elinde döviz tutanlar satışa geçiyor.
Gösterge Geçenlerde 2008 bütçesinin parametreleri belli oldu. 2008 yılında memurlara verilen ortalama zam yüzde 7.5'i buluyor. Bu, hedeflenen enflasyondan (yüzde 4) yüksek. Hatta düşük düzeydeki memurların aldığı zam neredeyse yüzde 10'u buluyor. Kısacası, öteden beri izlenen düşük düzeydeki memurlara yüksek zam politikasının sürdürüldüğü anlaşılıyor. Öteden beri ülkemizde memur maaşlarının yetersizliğinden yakınılır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ticaret kesimi devlette çalışanlara gıpta ederdi. Çünkü bürokrasinin yaşam düzeyi işadamlarından daha iyi sayılırdı. Zamanla bu değişti. Şimdi memuriyet adeta yoksulluk sayılıyor. Acaba memurlara yapılan maaş zamları enflasyon karşısında hep yetersiz mi kaldı? Bizce işin gerçek yüzü biraz farklı. Bu arada hükümet asgari ücretlerin ocak ayında yüzde 6 oranında artırılacağını, emekli aylıklarına ise ocak ve temmuz aylarında yüzde 2 zam yapacağını açıkladı. Yine gazilerin maaşları yüzde 6 oranında artırılacakmış.Malum, asgari ücrete yapılan zam bir yıl, emeklilere yapılan zam ise 6 ay için geçerli olacak. Bu durumda emekliler yıl sonunda yüzde 4.04 zam almış olacak. Kısacası, bu yıl eğer enflasyon yüzde 4'ün üzerinde kalırsa (ki gayet