Gösterge Ama bu ara köylü harıl harıl ekimle meşgul. Bu arada geçenlerde çıkan bir haberde Tarım Bakanlığının patates üretimini izne bağlayacağı yer aldı. Amaç hastalıktan patatesteki zararlı organizmaların temiz alanlara bulaşmasını önlemek. Üstelik bu izinler her yıl yenilenecek. Bakanlık bu yöntemle patatesin tekrar tohumluk olarak kullanılamayacağından bu arada kalitenin de yükseleceğini düşünüyor. Türkiye'de basında tarımla ilgili haber giderek azalıyor. Bunun bir nedeni okurların çoğunun tarımla ilgisi bulunmaması. Köylünün gazete okuduğu mu var? Kentli bile doğru dürüst gazete okumuyor! Bir de mali piyasalara esir olduk. Sanki yediğimiz ekmeği, domatesi, peyniri mali piyasalarda bulacağız. Dünyada hemen her ülkede patates yetişiyor. Yani patates yemeyen ülke neredeyse yok. Türkiye'de yılda 4 milyon ton civarında patates yetişiyor. Oysa bundan 10 yıl önce üretim tahminen 5 milyon tondan fazlaydı. Kısacası hastalıklar nedeniyle üretim düzeyi giderek düşüyor. Demek ki, kişi başına yılda 70 kilo patates düşüyor. Bu da batılı ülkelerle karşılaştırıldığında çok düşük.. Üstelik kalitesiz. Patatesin ekildiği 151 ülke içinde Türkiye 12. sırada yer alıyor; 150-200 bin hektar patates
Gösterge Kuşkusuz mevcut sistem bütçeye ağır bir yük getiriyor. Bu yük milli gelirin yüzde 4.5'i kadar bir düzeye geldi. Ancak kimileri devletin sosyal güvenlik sistemine mutlaka katkıda bulunması gerektiğini savıyla bunun açık olarak nitelenmesine karşı çıkıyor. Kimileri ise açık veren bir sistemin sürdürülemeyeceğini, üstelik açığın giderek büyüdüğünü savunuyor. Bize kalırsa bu açık eğer giderek büyüyorsa elbette bir şeyler yapılması gerek. Bütçenin tamamı da sosyal güvenliğe ayrılamaz ya!Sosyal güvenlik açıklarının giderek büyümesinin birkaç nedeni var: Bunların başında prim gelirlerindeki eksiklik geliyor. Gerçi işveren kesimi primlerin çok yüksek olduğunu ve bunun da kayıtdışı istihdama yol açtığına işaret ediyor. Ama sistem açık verince de haliyle kümesteki kazları yolmaktan başka çare kalmıyor. Yani iki ucu pis değnek! Hangi ucundan tutsanız eliniz pislenecek.Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'in belirttiğine göre, reform Meclis'ten geçip de yürürlüğe girerse 2037 yılında açık milli gelirin yüzde 1'ine kadar çekilmiş olacak. Yani düzelmeye daha çok var. Ancak her geçen yılın avantaj sağlayacağı düşünülebilir. Bununla beraber Bakan Çelik'in hesabında bundan 30 yıl
Gösterge 2000 krizi sonrası bu yapıda kısmen bir değişim oldu. Dünkü yazımızda belirttiğimiz gibi, gerek ihracat, gerekse verimlilik bir hayli arttı. Bu da aslında kriz sonrasının en olumlu gelişmesi oldu. Fakat öte yandan, iç talep büyümenin önemli bir motoru olmaya devam etti. Aşağıdaki ilk tabloda yatırım eğilimini gösteren yatırım malları ithalatı yer alıyor. Hemen her yıl bu kalem hızla artsa da, 2003, özellikle 2004 yılı rekor bir yıl olmuş. Böylece büyüme de yüzde 10'a çıkmış. 2006 yılında ise artış 2002 yılının ardında kalmış. Bu yıl da benzer bir artış bekliyoruz. Hatta 2008 yılında küresel sıkıntılar nedeniyle yatırım eğilimi daha da düşebilir. Öteden beri Türk ekonomisi iç taleple büyüyor. İç talep de tüketim ve yatırımdan oluşuyor. İç tüketimle büyümenin kendi içinde tercih edileni ise elbette yatırımlar. Yani bugün daha az tüketerek fakat yatırım yaparak yarın çok daha fazla tüketme olanağı yakalanabilir. (milyon $) 2002 2003 2004 2005 2006 2007 Yat. Malı İth. 8.399 11.325 17.397 20.363 22.135 24.127 T % Artış 21.0 34.8 53.6 17.0 8.7 9.0 T Gelelim iç talebin pek tercih edilmeyen unsuru olan tüketime. Tabii burada önemli olan özel tüketim harcamaları.. Kriz sonrası
Gösterge Kimileri bunun artık verimlilikle sağlanmasının çok önemli olduğunu belirtirken, kimileri de iç talebin daha egemen olduğunu ve bunun da dış açığa yol açtığından sürdürülemez olduğunu savunuyor. Gerçek nerede? Tartışalım.Önce verimlilikten başlayalım. Gerçekten 2001 krizinin yarattığı ve daha sonra uygulanan belki de en önemli değişim verimlilik artışı oldu. 1996-2000 döneminde verimlilik artışlarının büyümeye katkısı yüzde 25 kadardı. Yani 4 puanlık büyümenin 1 puanı verimlilikten geliyordu. 1993-2002 döneminde Türkiye ekonomisinin yılda ortalama yüzde 2,6 büyüdüğü dikkate alınırsa her yıl verimlilikle sadece 0,5 puan büyüme sağlandığı ortaya çıkar. Oysa 2001-2005 arası verimlilik artışlarının büyümeye katkısı yüzde 42'ye çıktı. 2002-2006 arası büyümenin ortalama yüzde 7,6'ye çıktığı düşünülürse, her yıl verimlilikle en az 3 puanlık büyüme sağlandığı ortaya çıkar. Demek ki, verimlilikle geçmişte elde edilenden 6 kat daha fazla büyüme elde edilmeye başlanmış. Bu son derece önemli.2006 yılının ekim ayında değerli bir ekonomist ve Harvard Üniversitesi'nde profesör olan Dani Rodrik Türkiye'deydi. "Türkiye'de Kur, Verimlilik ve Büyüme" başlıklı bir konuşma yapmıştı. Bu
Gösterge Yükselen ülkelerin bazılarında ciddi boyutta dış açık bulunuyor. Örneğin Letonya'nın dış açığı milli gelirinin yüzde 24'ü ediyor! Diğer Baltık ülkeleri, Bulgaristan ve Romanya'nın dış açığı da milli gelirlerinin yüzde 12'sini buluyor. Bununla beraber kamu açıkları, genel olarak, 15 yıl öncesine göre bir hayli düşmüş durumda. Geçen hafta The Economist dergisinde yükselen piyasaların artık çok daha sağlam temellere sahip olduğu belirtiliyordu. Ne oldu da bu ekonomiler daha sağlam hale geldi? Dış açıkları mı azaldı, bütçe açıkları mı? Yoksa bunların çoğunu serbest kur rejimi mi kurtardı? The Economist'e göre, bırakınız sağlamlığı, bu ülkeler artık gelişmiş ülkeleri sollamaya hazırlanıyor. 1990'lı yıllara dek gelişmiş ülkeler ile diğerleri arasında bir gelir uçurumu yaşanıyordu. Ama büyüme hızları aynıydı. Oysa bugün yükselen ekonomiler çok daha hızlı büyüdüğü için fark kapanıyor. Gelişmiş ülkeler yüzde 2 büyürken, Çin de hesaba alındığında bu ülkeler yılda ortalama yüzde 8 büyüyor. Yani artık dünya ekonomisinin lokomotifi oluyorlar. Çünkü dünya gelirinin yüzde 30'unu yaratıyorlar.Yükselen ekonomiler dünyadaki ihracatın da yüzde 45'ini gerçekleştiriyor. Enerjinin de yarıdan
Gösterge Bu anlamda alternatif ulaşım yollarının, tüketiciye, göreli maliyetlere göre fiyatlandıktan sonra sunulması gerekir. Böylece en ucuz olan en yoğun tercih edilen olacaktır. Ekonomi, kaynakların etkin dağıtımının bilimidir. Mesela kentsel ulaşımda en etkin ve en ucuz ulaşım metro, daha sonra da otobüstür. Özel araba en maliyetli olan ulaşımdır. Üstelik artık rahat da sayılmaz. Saatlerle trafik sıkışıklığında lüks bir araba içinde beklemenin ne rahatı olabilir ki? Unutmayalım ki, maliyet kadar, ulaşım süresi de önemlidir. Ancak ülkemizde kentsel ulaşımda metronun yeri çok sınırlı. Yani tüketiciye sunulan alternatif yok. Raylı sistemle nüfusun henüz çok küçük bir kesimi işine ya da evine gidiyor. Bunu sürekli düşünürüm. Neden bir türlü şu metroyu bitiremeyiz? Batılı ülkeler anakentlerinde metroyu genellikle sanayi devrimi ile İkinci Dünya Savaşı arası dönemlerde yapmışlardır. Üstelik çoğunun yapımı da oldukça kısa sürmüştür. Metroda gecikmemizi kimileri parasızlık olarak açıklıyor. Tamamıyla yanlış. Borçlanma mekanizmalarının alıp başını gittiği bir ekonomik yapıda bunun sözü bile edilmez. Kimileri bunu kişi başına düşen gelire bağlıyor. Bu da yanlış. İngiltere'de metro inşa
Gösterge ABD'nin dış açığını kapatmada bir sorunu yok. Birincisi, inanılmaz boyutta yabancı sermaye çekiyor. İkincisi, bu açığı finanse edememek gibi bir sorunu zaten olmuyor. Çünkü bu açığı finanse ettiği döviz yine kendi parası. Türkiye ise her an tıkanabiliyor.Her iki ülkenin de böyle bir sorunu yaşaması ekonomilerin daha çok tüketimle yürür olmasından kaynaklanıyor. Daha doğrusu, her iki ülkedeki tüketim ve yatırımlar milli geliri aşıyor. Hal böyle olunca borçlanmak kaçınılmaz oluyor. Yukarıdaki grafikte tasarrufların yatırımlarla arasındaki fark görülüyor. Dikkat edilirse, kriz yılı olan 2001'de tüketim ve yatırımlar aniden frenlenmiş, böylece tasarruflar yatırımları aşmış. 2002 yılında ise denklik sağlanmış. Fakat sonraki yıllarda yatırımlar alıp başını artınca tasarruflar yetmez hale gelmiş. Üstelik 2004 yılından sonra tasarruflar oransal olarak düşmüş. Aradaki fark milli gelirin yüzde 7'sini bulmuş. Yani cari açık kadar bir fark oluşmuş. Peki, ne yapmalı da tasarrufları artırmalı? Buna iki tür yanıt var. Kimisi gelir düzeyi arttıkça tasarrufların artacağını söylüyor. Kimisi de reel faizlerin yüksek tutulmasının gerektiğini savunuyor. Biz birinci teze daha yakın dursak
Gösterge Merkez Bankası hükümete yaptığı son sunumda kısa vadeli sermaye hareketlerine bakıldığında cari işlemler açığının yüzde 10'u kadar net bir çıkışın (ya da ödemenin) yapıldığını gösteriyor. Yani artık açığın tamamıyla uzun vadeli kaynaklardan finanse edildiği belirtiliyor. Ancak bu tez tam olarak doğru değil. Birincisi, dış açık giderek büyüyor. Demek ki, sorun aslında ortadan kalkmıyor. Sadece bu sorunun sıkıntı yaratması azalıyor. Tıpkı bir hastalığın giderek kötüleşmesi karşısında daha etkili bir ilaçla bunu yatıştırmamız gibi. Son zamanlarda egemen bir görüş doğdu: "Dış açık veriyoruz ama bunu daha çok uzun vadeli kaynaklarla finanse ediyoruz. Dolayısıyla riskler sanıldığı kadar yüksek değil." İkincisi, elde ettiğimiz uzun vadeli kaynakların önemli bir kısmı yurtiçindeki çeşitli varlıkların satışı. Bunların da 2008 yılından sonra azalacağı, yani denizin kuruyacağı unutulmamalı. İlelebet satacak bir varlık bulmamız söz konusu değil. Üstelik zamanla yabancı sermayenin eline geçen bu varlıkların kâr transferleri dönemi başlayacak ve döviz giderleri çoğalacak. Yani ilaç bitecek ve ilacın ters yönlü etkileri başlayacak. Tıpkı doping gibi.Sıcak para ya da portföy yatırımları