Türkiye yoksulluğun yoğun olduğu bir ülke. 24 Mayıs tarihinde DİE 2003 yoksulluk çalışmasını yayımladı. Geçen yıl da 2002'ye ilişkin yoksulluk çalışması ayrıntılı olarak yayımlanmıştı. Ve o zaman ülkemizdeki duyarlı kesim tam anlamıyla şoke olmuştu. Kimse yoksulluğun bu denli kol gezdiğini tahmin etmiyordu. Hatta açlık derecesinde birçok insanın var olduğu bilinmiyordu.2002 yılı ile 2003 yılı verileri karşılaştırılabilir. Ancak öncelikle belirtelim ki, 2003 yılında krizin üzerinden bir yıl daha geçmiştir. Ve doğal olarak krizin ortaya çıkardığı yoksulluğun azalması beklenir. Gerçekten de 2002 yılında gıda yoksulluğu (yani açlık) içinde olan kesim yüzde 1.35'ten yüzde 1.29'a düşmüştür. Bu olumludur. Ancak bu oran daha çok kentlerdeki iyileşmeden kaynaklanmış; kentlerde açlık çeken yüzde 0.92'lik oran yüzde 0.74'e gerilemiştir. Öte yandan, kırda açlık çeken yüzde 2.01'lik kesim ise 2003 yılında yüzde 2.15'e çıkmıştır. Yani kırsal kesimde yoksullaşma artarak sürmektedir. Yoksulluğa gıda dışı olarak (yani bazı temel gereksinimleri de dahil ederek) baktığımızda 2002 yılında toplumun yüzde 27'si yoksulluk çekerken 2003 yılında toplumun yüzde 28'inin yoksulluk çektiğini görüyoruz.
Çin'in cari işlemler fazlası milli gelirinin yüzde 5'ine ulaşırken, çektiği yatırımlar milli gelirinin yüzde 1.5'ine ulaşıyor. (Çin'in milli geliri 1.6 trilyon doları aşıyor.) İşte bu denli döviz çeken bir ekonominin parasının değer kazanması gerekirken, Çin ulusal parası yuan belli bir bant dahilinde dolara bağlı olduğundan bu gerçekleşmiyor. Kıyametin kökünü de bu oluşturuyor. Çin'in Dünya Ticaret Örgütü'ne dahil olmasıyla birlikte 2005'te kotalardan kurtulmasıyla ABD'nin hazır giyim ithalatındaki payı yüzde 18'den 50'ye çıktı. Yine aynı biçimde AB pazarında Çin'in payı yüzde 18'den 29'a fırladı. Tekstilde de artışlar var. Kısacası, dünya Çin'le rekabet edemiyor. Çünkü işçilik maliyeti tarımdan kopanlarla (her yıl 15-20 milyon insan) sürekli düşük düzeyde kalıyor. Çin'in ihracatının hâlâ önemli bir oranı komşularına, bir de ABD'ye. ABD Hazinesi 17 Mayıs tarihinde Çin'in altı ay içinde dolara bağlı kurdan çıkmadığı takdirde onu kur manipülatörü ilan edeceğini açıkladı. Bu apaçık bir ültimatomdu. Yani Çin mallarına toplu olarak cezalı tarifelerin uygulanacağının ilk işareti verildi. Yetmedi, 26 Mayıs'ta The Wall Street Journal'da Hazine Bakanı John Snow "Çin'in yükümlülüğü"
Halkın bu anayasayı reddetmesi ise çok karmaşık bir konu. Çünkü komünistler de karşıydı, ırkçı sağcılar da. Üstelik birçok iç politika konusu referanduma malzeme oldu.Birincisi, Fransa'da halkın mevcut iktidara karşı ciddi bir tepkisi var. Hükümet başarısız bulunuyor. (Zaten, 2004 yerel seçimlerinde bu görülmüştü.) En başta da işsizlik konusunda. İşsizlik geçen yıl sonunda yüzde 9.7'yken şu anda yüzde 10.2. Ve yılın yarısında yüzde 10.5'e yükselmesi bekleniyor. Yani hiç umut yok. Eğer Başbakan Jean-Pierre Raffarin'in iddiası doğru çıkar, hayır oyu sonucunda yatırımlar durursa, işsizlik büsbütün hızlanabilir. Fransızların bu referandum sürecinde Türkiye karşıtlığı ise iki bakımdan gündeme geldi. Birincisi, Ermeni kökenli seçmenlere hoş görünmek. İkincisi de, genişleme sonucu işsizliği yüksek ülkelerin Fransa'daki isşizliği artırma olasılığı. Her iki etmenin de etkili olduğu anlaşılıyor. Adeta bir haklar bildirgesi niteliğinde olan bu taslak, özellikle göç ve sığınmada ulusal veto haklarını sınırlıyor. Dış politikada birlik arıyor. Bu taslağa yöneltilen eleştiriler ise, daha liberal bir model önerdiği, sosyal devleti sınırladığı, Fransa'nın Brüksel üzerinde etki alanının daraldığı
Huntington'un Türkiye'ye gelip yüzümüze karşı "AB'ye girme olasılığınız sıfıra yakın" demesi, gerçekten yürek isteyen bir davranıştı. Çünkü aslında biz Türk aydınları okşanmaktan çok hoşlanırız: "Türkler çok Batılı", "Türkiye şöyle dinamik bir ülke", "Türkiye'siz AB, tuzsuz mutfağa benzer" vb komplimanlar bizi çok mutlu eder. Aksini söyleyenleri de Türk düşmanı görürüz. Huntington bunların hiçbirini yapmadı. Aklındakini söyledi. "Siz kendinizi Batılı sanıyorsunuz, ama değilsiniz" dedi. Daha doğrusu Avrupa'nın bizi Batılı görmediğini hatırlattı. Bol tepki topladı. Hatta bazıları Huntington'u vursa gam yemezdi.Huntington bu tezini Batı'nın giderek kimlik bilincine kavuşmasına ve Hıristiyan olduğunu kavramasına bağladı. Yani bizzat Batı giderek Doğu'dan uzaklaşıyor. Huntington'un haklılığına gelince: Gerçekten Batı'da Türkiye'yi Avrupa'nın bir parçası olarak görmeyen geniş bir kamuoyu var. Öte yandan, Türkiye seçkinlerinin de neredeyse yüzyılı aşan bir Avrupalı olma hülyası var. Üstelik bu hülya belli bir mesafe aldı, halka indi. Bu nedenle Türklerin "Avrupa'dan vazgeçiyoruz" deme olanağı yok. Huntington diyor ki, "Avrupa'nın kapısı kapalı. Kapıyı vurup duruyorsunuz ama sonuç yok.
Bununla beraber, aylık veriler üç aylık gözlemlerin ortalaması olarak yayımlandığından bir anlamda önceki yılın çeyreklik dönemiyle karşılaştırılabilir. Şubat ayı için açıklanan işsizlik oranı yüzde 11.7. Eğer bunu ocak ayının işsizlik oranıyla karşılaştırabiliyorsak, (ki bu nedenle aylık veri üretiliyor) işsizlik azalmıyor diyebiliriz. Hatta arttığı bile söylenebilir. Öte yandan, 2004 yılının ilk çeyreğiyle karşılaştırıldığında, işsizlik oranında olağanüstü bir artışın olmadığı, aksine belli bir düşüşün gözlendiği söylenebilir. Çünkü 2004 yılının ilk çeyreğinde işsizlik yüzde 12.4'müş. Bununla beraber şunu da belirtmekte yarar var; mart ayında işsizlik daha yüksek ki, ortalama veri olan şubat daha yüksek çıktı. Bir başka gözlem, eksik istihdam oranı denilen, yani hem resmen işi olan fakat iş aradığından işsiz kategorisine girebilecek olan kesimde, geçtiğimiz ocak ayına göre artışın, ancak geçen yılın ilk çeyreğine göre de ciddi bir azalışın gözlenmesi. En önemli veri olan çalışan sayısına gelince. Geçen yıl ilk çeyrekte 19.9 milyon kişi çalışırken, 2005 Ocak'ında bu sayı 20.8 milyon olmuş. Yani ciddi bir artış var. En son şubat verisinde ise, 23 bin kişi daha iş bulmuş. İşsiz
Bu seçimlerin üç bakımdan önemi var. Birincisi, artık ilk seçimlerde solun Almanya'da iktidar olma olasılığı düşük. Öylesine ki, 39 yıldır ellerinde tuttukları eyaleti kaybettiler. İkincisi, olası iktidar değişikliğiyle AB politikalarında da değişiklikler beklenmeli. Çünkü Almanya AB'nin gövdesi. Almanya'nın başına sağ iktidar gelince AB politikaları da mutlaka etkilenecektir. Nihayet bunun Türkiye'ye ciddi etkileri olacaktır. Çünkü malum, sosyal demokrat Başbakan Schröder Türkiye'nin AB üyeliğini desteklerken, muhafazakâr CDU lideri Angela Merkel özel statüyü öneriyor.Seçimin hemen ardından Sosyal Demokrat Parti Başkanı Franz Muentefering 1 Temmuz'da alt meclis Bundestag tatile girmeden hükümetin güvenoyu isteyeceğini açıkladı. Bu da gösteriyor ki, sosyal demokratlar erken seçime gitme kararında. Oylamadan en geç 81 gün sonra seçime gidilecek. Pazar günü Almanya'da en büyük ve belirleyici eyalet olan Kuzey Ren-Vestfalya'daki seçimlerde sosyal demokrat blok oylar yüzde 37'ye düşerken, muhafazakâr CDU blokununki de yüzde 45'e yükseldi. Yani iktidardaki sosyal demokratlar bir hüsranla karşılaştı. Seçimleri sosyal demokratlar mı kaybetti, yoksa muhafazakârlar mı? Bize kalırsa daha
Enflasyon hedeflemesi (EH) basit anlatımıyla; para otoritesinin düzenli biçimde enflasyon hedeflerini, yöntem ve araçlarıyla açıklaması, ve beklentileri aşağıya doğru biçimlendirmeye çalışmasıdır. Tabii enflasyonun temel etmeni eğer beklentilerse. Bunu yaparken hem çok ciddi bir saygınlığa sahip olması, hem de maliye politikasında sıkı disiplinin sürmesi gerekir. EH'nin en önemli tarafı kamuya yapılan açıklama: bunun hangi sıklıkla ve hangi süreyle yapıldığı çok önemli. Gelişmekte olan veya enflasyonu yüksek olan ülkelerde EH'nin başarısının hayli sınırlı kaldığı biliniyor. Ancak farklı istikrar programları uygulayıp, bir türlü sonuç elde edemeyen ülkeler EH'ye geçtiklerinde, ilk kez uygulayanlara göre daha başarılı oluyor. Çünkü para otoriteleri son umut diye EH'ye daha sıkı sarılıyorlar. Bütün bunların yanı sıra başarılı bir EH modern bir MB gerektiriyor. Geçenlerde ABD MB'sı FED'de 1990'lı yıllarda Başkan Yardımcılığı yapan Alan Blinder'ın (aynı zamanda Princeton'da ekonomi profesörü) bir kitabı çıktı: Sessiz devrim: Merkez bankacılık modernleşiyor. Kitapta FED'in öncelikle ekonomiyi çok iyi izlemeye başladığı belirtiliyor. Blinder üç gelişmenin altını çiziyor: birincisi,
Mevcut yasa (4054 Sayılı Rekabetin Korunması Hakkındaki Kanun) 1994 yılının sonunda bir gecede üç saatte Meclis'ten geçivermişti. Bu yasa ne kadar sürede geçer bilinmez. Çünkü o zaman yasa apar topar kamuoyuna fazla danışılmadan çıkmıştı. Bu da son derece mantıklıydı, çünkü uzun süre tartışmaya açılsaydı, ekonomik olarak egemen çevreler o yasayı çıkartmazdı. Mevcut yasanın komisyon başkanlığını, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü'den aldığımız yetkiyle 1992 yılında biz yürütmüştük. O tarihlerde yasanın hazırlanmasına Nurkut İnan, Ateş Akıncı, Yılmaz Aslan ve Erol Katırcıoğlu gibi bilim adamlarının yanı sıra Sanayi Bakanlığı yetkililerinden Ersen Yavuz, M. Akif Ersin (Birkaç gün önce kurula üye atandı) ve İ. Hakkı Karakelle'nin büyük katkısı olmuştu. Mevcut yasa piyasa yapısından çok firma davranışını esas alan bir ruha sahip. Temel kısıtlaması, "egemen durumun kötüye kullanılmasını" engellemek . Yani, tekel veya oligopol gibi bir durum yasak değil, kötüye kullanıldığı takdirde ceza uygulanıyor. Mesela fiyatla oynanır ve yeni bir rakip saf dışı bırakılırsa, ya da piyasaya girmesine izin verilemezse, ceza söz konusu oluyor.Mevcut yasanın dört önemli özelliği var: Yukarıda belirtildiği