Ülkemizde önemli tabulardan biri de IMF. Televizyon kanallarında meslektaşlarımız, iş âleminin de etkisiyle, siyasetçilerin ülkeyi perişan ettiğini, IMF'nin ise ülkeyi kurtardığını savunuyor. Oysa IMF'nin başarılı olduğu programdan daha fazla krize soktuğu ülke var. 2000 yılındaki kura dayalı istikrar programını isteyen de IMF'ydi, yanlışlığını anlayıp dalgalı kur sistemini isteyen de. İlk program çöktü. İkincisi şimdilik iyi gidiyor.2000 yılında kur çıpalı istikrar programı uygulanırken IMF'nin amacı enflasyonist beklentileri kırmak ve borç dinamiklerini olumlu yöne doğrultmaktı. 2001 programıyla dalgalı kuru yürürlüğe koyarken iki temel beklenti vardı. İlki, dış dalgalara karşı bağışık, dolayısıyla dış denge konusunda daha güçlü olmak, ikincisi de para politikasının etkinliğini artırmak. İlginçtir; bu beklentilerin ikincisi gerçekleşmedi. 2001 programı enflasyon konusunda son dört yılda olağanüstü bir başarı sergilemesine rağmen, cari açık konusunda durum çok olumsuz. Bu, işin teknik tarafı. Sosyal taraftan bakınca da sorun görünüyor: Program büyüme yaratsa da işsizliğe yararı olmuyor. Oysa işsizlik Türkiye'nin en önemli sosyal sorunu.Bu gerçeklerin bizi IMF'den öte bir vizyon
Mali disiplin başından beri başarıyla sürdürülüyor. 2003 yılında bütçe dengesinde 40,2 katrilyon açık verilirken, 18,4 katrilyon TL faiz-dışı fazla elde edilmişti. Oysa hedef 47 katrilyon açık ve 19,5 katrilyon TL de faiz-dışı fazlaydı. 2004 yılında başarı hızlandı. Bütçe açığı 46 katrilyon olarak hedeflenirken, 30 katrilyonda tutuldu. Bu da büyük ölçüde faizlerin düşmesi ve borç servisi vadesinin uzamasıyla sağlandı. 2004 yılında faiz-dışı hedef 20 katrilyonu biraz aşsa da, gerçekleşme 26 katrilyonu aştı. Aynı başarı oranını 2005 yılında yakalamak zor. Çünkü hem faizlerin düşüşü daha sınırlı, hem de vadelerdeki uzama. Bu durumda açığa neden olan diğer temel kalemlerin disipline sokulması gerekiyor. Bunların da başında, sosyal güvenlik konusu geliyor. Malum SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur'dan oluşan bu kesim ciddi biçimde açık veriyor ve bu açık bütçeden karşılanıyor. Asıl ürkütücü taraf ise açığın, özellikle son üç yıldır, sürekli ve hızla artıyor olması. 2000 yılında açık milli gelir içinde yüzde 2,6'ya kadar düşmüştü. Son iki yıldır ise açık milli gelirin yüzde 4,5'u ediyor. Yine 2000 yılında sosyal güvenlik kurumlarına yapılan transferler bütçenin yüzde 6,9'u ederken bugün
Bu tür yüksek rakamlar oluştuğunda, acaba bir hata mı var diye ürperirim. 2000 yılında da GSM operatörü İş-TİM ortaklığına satıldığında böylesi bir rakam oluşmuş, ancak sonra mali sıkıntılar doğmuştu. Yani konulan para fazlaydı. Nitekim o zaman da yakın rakipler çok düşük teklifler vermişti. TAV böylesi bir rakamla riske girdi mi? Bize kalırsa evet. Birincisi, çok sayıda firma ya da girişim bu ihaleye katıldı. Yani kiralayanın aleyhine bir durumun oluştuğu aşikâr. Ancak, açıklanan teklifler arasında büyük farklar var. Demek ki, artırıma giren firmaların birbirleri hakkında çok az fikri olmuş. Enformasyon eksikliği nedeniyle de rekabetçi bir açık artırım oluşmamış. Bunun da yasallığı tartışılabilir. Teklifler arasında fiyat aralığının çok yüksek olması iki anlam taşıyor. Ya diğer rakipler gerçek kârlılığı görememiş, ya da TAV aşırı hırslı. Yahut TAV hesapsız kitapsız bir ortaklık. Oysa TAV'ın şu anda en deneyimli ve en bilgili ekibe sahip olduğu biliniyor. Başından beri AHL'yi TAV işletiyor. Hatta TAV, Ankara ve İzmir gibi metropollerde havalimanlarının işletmelerini alarak bayağı elini güçlendirdi. AHL Dış Hatlar terminalinin birkaç özelliği var. Birincisi, yeni. 1996 yılında
Kimine göre PKK terörünün ardında ABD var. Kimine göre de Avrupa. Gerçekten PKK'nın arkasındaki desteği bilmiyoruz. Ancak terörün özgürlük sorunlarıyla ilişkisi biliniyor. Bir başka etmen de yoksulluk. Yoksullar durumlarına tepkiyle ya da başka bir bahaneyle isyan ediyor ve topluma zarar veriyor. ABD'de 11 Eylül sonrası yoksulluk-terör ilişkisine ilgi arttı. Birçok araştırma yoksulluğun olduğu ülkelerde askeri müdahalelerin ve iç savaşların arttığını, terör olasılığının da yükseldiğini gösteriyor. Öte yandan, zengin ve istikrarlı ülkelerde teröre daha az rastlanıyor, ama ülke zengin olsa bile, halkın büyük kısmı yoksulluk çekiyorsa terör yine baş gösteriyor.Bununla beraber, Alberto Abadie adlı bir bilim adamı geçen ay yayımlanan araştırmasında (Yoksulluk, Siyasal Özgürlükler ve Terörün kökeni:NBER) yoksulluğun arttığı ülkelerde terör olasılığının artmadığını, asıl, özgürlüklerin sınırlı olduğu ülkelerde teröre daha fazla rastlandığını savunuyordu. Üstelik Abadie bunu nicel verilerle desteklemeye çalışıyor. Malum, terörün dini imanı yok. Ama terörün ulusal ve uluslararası nitelikli olanı var. 2003 yılında 240 uluslararası, 1536 da ulusal nitelikli terör olayı yaşanmıştı.
Sıcak para dediğimiz kısa vadeli yabancı sermaye, ülkenin ortamına güvenerek içeriye giriyor ve dalgalı kur sistemine hasar verecek ölçüde kuru değerli hale getiriyor. Bu hemen hemen çoğu ülkede yaşanmış ve yaşanmakta olan bir olgu. Çaresi de kolay değil. Ama yok da değil.Değerlenen kur özellikle dış ticaret dengesine büyük hasar veriyor. Mesela bizde kur bugün eğer yüzde 20-30 daha düşük olsa, belki de cari işlemler sorunu yaşanmayacak. Bu nedenle sıcak para miktarının tahmin edilmesi çok önemli. Çünkü doğru tahmin yapılabilirse, Merkez Bankası o ölçüdeki dövizi piyasadan alarak sıcak paranın kuru değerlendirmesini engelleyebilir. Yani arz kadar talep yaratarak kur dengesine dönebilir. İstikrar programlarını ciddiyetle uygulayan ülkelerde iki olgu yaşanıyor. Birincisi, faizlerin yüksekliği. İkincisi de, döviz kurundaki istikrar. Malum, faizler sıkı para politikasından kaynaklanıyor. Kurdaki istikrar ise hem sıkı maliye ve para politikalarından, hem de güvenden kaynaklanıyor. Tasarrufçu TL'ye döndükçe kur da değer kazanıyor. Sıcak para ödemeler dengesindeki portföy yatırımları ve net hata-noksan kalemleri olarak biliniyor. 2003, 2004 ve 2005 yıllarının toplamında giren sıcak para
Peki, euronun geleceği ne olacak? Euro ilk tedavüle çıktığında yükseleceği düşünülüyordu. Ancak, öyle olmadı. Hızla dolar karşısında değer yitirdi. Çünkü ABD ekonomisinde büyüme ve nominal faizler yüksekti. Fakat Bush iktidara gelince, daha doğrusu 11 Eylül'le birlikte ekonomide durgunluk başladı. ABD Merkez Bankası FED de sürekli canlanma için faizleri düşürdü. Yatırımlar da Avrupa'ya ve özellikle gelişmekte olan ülkelere aktı. Faiz indirimleri doların hızla değer yitirmesine neden oldu. Ta ki 2005 yılına dek. 2005 yılında ABD ekonomisindeki canlanma beklentileri oluştu. Tabii her bir veri açıklanmadan önce çeşitli beklentiler satın alındı. Bunların kimisi doların yükselmesine, kimisi de düşmesine neden oldu. Kısacası, çok oynak bir yapı izlendi. Ancak değişen euronun değeri değil, hep dolardı. Ta ki bu haftaya dek.Bu hafta Avrupa'da farklı gelişmeler oldu. Önce Almanya'da sosyal demokratların Kuzey Ren-Vestfalya'da ağır bir yenilgi almaları, ardından Fransa'da ve sonra Hollanda'daki referandumda Avrupa Anayasının reddi ve nihayet İngiltere'de referandumun göze alınamaması, euroya ağır bir darbe vurdu. Güçlü Avrupa hayali sarsıldı. Kısacası, bu kez yükselen dolar değil,
Afrika'da büyüme berbat denecek düzeyde. 1960-2002 yılları arasında dünya ekonomisi yılda ortalama yüzde 2 büyürken, Afrika ekonomisi yüzde 0.9 büyümüş. 1974-1995 arası ise Afrika'da milli gelir alenen küçülmüş. Yani tüm Afrika fakirleşmiş! Daha vahimi, Afrika'nın geliri 1990-1994 arası her yıl yüzde 1.5 küçülmüş. Ve sonunda kıtanın yarısından fazlası, yüz milyonlarca Afrikalı açlık sınırının altında kıvranıp duruyor. Orta-güney Afrika'da kişi başına gelir 1974'teki düzeyinden tam yüzde 11 aşağıda. Yani aradan otuz yıl geçiyor. Dünya zenginleşiyor, ama Afrikalı insanlar fakirleşiyor. 1970 yılında dünyadaki 10 yoksuldan biri Afrika'da yaşardı. Şimdi ise her 2 yoksuldan biri Afrika'da: Önceleri 140 milyon yoksul varken, şimdi bu rakam 360 milyon. Afrika'yı ve aç insanları unutmak, insanlığı unutmaktır. Ancak bu açlığı yenmek için yardım yetmez. Aslında bu kıtanın toplu kalkınmasını sağlayacak küresel programlara gereksinim var. Mesela son 30 yılda birçok ülkede yatırımlar yüzde 20-35 arasında artarken, Afrika'da yüzde 8.5 azalmış. Demek ki, Afrika'da yatırım ortamını geliştirecek bir hamleye gereksinim var. Geçenlerde Afrika'nın gelişmesi üzerine bir araştırma çıktı. (Elsa Artadi ve
Dış ticaret verileri hem ithalatın, hem ihracatın arttığını gösteriyor. Şubat ayında ihracat yüzde 54, ithalat da yüzde 36 artmıştı. Bu artışların da ocaktaki bayram nedeniyle sarkan dış ticaret artışı olduğu tahmin edilmişti. Nitekim mart ayında ihracat artışı yüzde 25'e düştü. Ve şimdi nisan verisiyle görülüyor ki, ihracat artışı daha da düşmüş: Yüzde 16. Bunun bir kısmı Çin etmeninden, bir kısmı eurodaki düşme trendinden, bir kısmı da düşük kurdan kaynaklanıyor. Gelelim ithalat verilerine. Ocak - şubat ortalaması yüzde 25. Bu durumda marttaki gevşeme önemli bir işaret: Yüzde 21. Üstelik, mart ayında kur çok düşük noktalara gelmişti. Nisan ayında ithalat artışının bu düzeye oturduğu gözleniyor: Yüzde 19. Üstelik bu rakamlarda aşırı düzeye çıkan petrol fiyatlarının etkisi de var. Özetle, ithalat artışının bu yıl geçen yıla göre daha makul düzeylere indiği gözleniyor. Bu da olsa olsa talepteki düşüşten kaynaklanabilir. Ya tüketim talebi düşüyordur, ya da yatırım. Tüketim malları ithalatı bu yıl ilk dört ayda yüzde 3.8 arttığına, sermaye malları ise yüzde 14 arttığına göre, biraz daha yatırım ağırlıklı bir büyüme gözleniyor. (Ara mallarındaki yüzde 28'lik artış ise bir ölçüde