türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB) ulusal strateji geliştirme projesini geçtiğimiz günlerde İstanbul’da kamuoyuna açıkladı. Hem bu köşede hem de gazetede yerel (atalık) tohum düzenlemesine dair çekincelere yer verdiğim için TÜRKTOB’un davetli listesindeki gazetecilerden biri de bendim. Zaten yerel tohum, toplantının ana gündemi oldu çünkü 2018 yılı itibarıyla tohumda sertifika şartı aranacak.
Yani önümüzdeki yıldan itibaren 5 dönümün üzerinde tarım yapan bir çiftçi, ancak sertifikalı tohum kullanırsa tarım desteklerinden faydalanacak. Tabii bu durum, 5 dönümün üzerinde kendine ait yerel tohumla üretim yapan çiftçinin destekten mahrum kalması anlamına geliyor.
Endişe edilen durum şu; yerel tohumla üretim yapan ve geçimini sürdüren çiftçi, destekten mahrum kalması halinde yaşayacağı ekonomik darboğaz nedeniyle ya tohumundan ya da çiftçilikten vazgeçebilir. Ayrıca her yıl sertifikalı tohum alma zorunluluğu da ek bir yük oluşturacak ve çiftçinin elindeki atalık tohum, sertifika şartı nedeniyle kaçak MP3 gibi olacak; zamanla aynı MP3 ses formatı gibi tarihe karışacak.
GDO’ya muhtaç oluruz
Tabii TÜRKTOB, sertifikalı tohum satan 791 şirketin oluşturduğu bir birlik. Haliyle de yeni
Daha birkaç hafta önce sofranın bir rengi olan domates, kazandığı “itibar”la bir anda gündemin ilk maddesi oldu. Önce kendisine bu yıl da Rusya vizesi verilmediğine üzüldük sonra da cakası düşeceği yerde kilosunu 10 liraya yükseltmesine şaşırdık. Hal böyle olunca da yoksul sofralarındaki salatalar domatessiz kaldı, yemekler iyice salçaya bulandı, kebapçılar ezmeyi menüden çıkardı.
Oysa birkaç ay sonra çiftçi, düşük fiyat nedeniyle domateslerini satamamaktan yakınacak. Belki de geçmiş yıllarda olduğu gibi tarlaya döküp eylem yapacak. Bu durumun tarım sektöründeki pazarlama ağında yaşanan çarpıklık ve aşırı kâr hırsının sonucu olduğunu artık söylemeye bile gerek yok. Antalya’da, Mersin’de çiftçinin 50-60 kuruşa sattığı domatesin Şişli’de, Kadıköy’de 5-6 lirayla tezgaha çıkması herkesin malumu. İlgililer yıllardır bu tabloyu sona erdirecek düzenlemeler yapıyor ama bu düzen nedense hiç değişmiyor.
Evin yeni evladı
Aslında belki de bu domates krizi fırsata dönüştürülebilir. Fazla iyimser ve romantik gelebilir size ama doğadan kopuşumuzu geriye döndürecek bir süreci de başlatabilir domates. Nasıl mı? Balkon tarımıyla...
Bugün yaklaşık 50 santimetrelik bir saksıda domates yetiştirmek mümkün
Ülkede eskiye özlem almış başını gitmiş durumda. Furya sanırım önce dönem dizileriyle başladı. Ardından sandıklardan çıkarılıp cover’lanan eski şarkılar yine dillere düştü. Kesmedi, plaklar devreye girdi. Modası geçmiş eşyalar başköşelere, klasikler yeni kapaklarla rafların en ön sıralarına yerleşti.
Geçmişe özlem sanatsal alanla da sınırlı değil. Mazi kalbinde yara olanların en çok andığı şeylerin başında “eski tatlar” var. Mutlaka tanık olmuşsunuzdur; “Ahh, eskiden domatesi kesince kokusu sokağın başından gelirdi”, “Muz yerken ev kokardı” serzenişlerine. Ya da “Artık çileğin tadı yok” yakınmalarına.
Peki haksızlar mı? Domatesin ne tadı kaldı ne de kokusu. Muz, çilek, salatalık, patlıcan keza öyle. Mesela karpuz? Neredeyse artık kabak. Kelek çıkması anlamında söylemiyorum. Kesince kıpkırmızı ama yiyorsun ne ağızda eriyor ne de karpuz tadı veriyor. O eski karpuzlardan eser yok. Lezzet olarak da, lif olarak da kabağa benzer bir şey yiyoruz karpuz diye son yıllarda. Biraz araştırınca ortaya çıktı ki artık bu geri döndürülmesi neredeyse imkansız bir sürecin ürünü.
Yeni tip fidelerin rolü
Nedeniyse karpuzu yüzde 90-95 oranında kabakla aşılayarak üretiyor olmamız. Yani bitkinin altı kabak
Sonunda havalar ısındı ve baharın türlü renkleri doğada belirmeye başladı. Kırsalda yaşayanlara tabiat olağanüstü bir görsel şölen sunuyor bu zamanlarda. Bizim gibi kent sakinlerinin tek şansı ise izin günlerinde trafik ve kalabalığı aşabilirsek kendimizi birkaç saatliğine doğanın kucağına bırakmak. Sonrasında da orada çektirdiğimiz selfie’ler ve biriktirdiğimiz oksijenle “çalışma kampları”mıza geri dönmek.
Ömürlerinin neredeyse tamamını beton kutular içinde geçiren kentliler için yeşil, ağaç, çiçek haliyle son derece önemli. Özellikle İstanbul’da yaşıyorsanız birkaç metrekarelik çim alan bile mera etkisi yaratabiliyor bünyede. Hele bir de tepenizde öğle güneşini kesecek bir ağaç varsa metropolün en şanslılarından sayılırsınız. O nedenle park ve bahçeler İstanbul gibi büyük kentlerde yaşayanlar için çok değerli.
Ciddi bir tehdit
Ancak alerjik hassasiyeti olanlar için durum biraz daha farklı. Onlar için bahar, “polen mevsimi” yani, kızarmış gözler ve burunla geçirilen birkaç haftalık kabus periyodu demek. Üstelik o kabusu artırmada yeşil alan, park ve bahçelerin etkisi de oldukça yüksek.
Nasıl mı? Park ve bahçe süslenmesinde kullanılan bitkilerin alerjik reaksiyonlara neden olması
Bildiklerini unut. Gel al eline bir silgi, şu yeni başlayan güne bilgilerini silmekle başla... Tam sekiz asır önce Şems-i Tebrizi bunu söylemeden önce de, aradan geçen 800 yılda da değişen bir şey olmadı. Genel kabul gören, çoğunluğun onayladığı ve yaygın olanı hep kesin bilgi olarak kabul ettik.
Gerçeğe karşı adeta toplu bir uyku hali... Bu uyurgezerlikte eğitim sistemimizin payı da yadsınamaz. Aramızdan uyananlar oldu ve hakikat diye önümüze dikilen koca perdeyi aralayınca arkasında görülen bambaşka bir dünyaya adım attılar. Ve her nedense biz “normal”ler onlara hep, “anormal”miş gibi yaklaştık. Onlar “Başka bir dünya mümkün” dedikçe biz ezberimizin limanına sığındık.
Tüm bu girizgah, aslında felsefi bir meseleye çok uzak bir konuya dair ama felsefeden de ari değil. Geçtiğimiz hafta anlatmaya çalışmıştık; temizlerken türlü kimyasallarla nasıl kirlendiğimizi ve kirlettiğimizi... Banyo dolaplarını nasıl zehir deposuna çevirdiğimizi ve doğru-yanlış kullandığımız temizlik kimyasallarının sağlığımıza ve vücudumuza olası olumsuz etkilerini...
Yazıyı okuyanların da haliyle aklında “Peki başka bir dünya mümkün mü?” sorusu asılı kaldı. Tamam, petrol türevli yüzey temizleyici, parlatıcı
Kestirmeden söyleyelim, birçoğumuz aslında temizlerken kirletiyoruz. Hem temizlediğimiz şeyi hem de dünyayı.
Nasıl mı? En basitinden reklamlardaki o kadın veya adamların yaptığını yaparak. Beyazdan daha beyaz, güneşten daha parlak olacak diye banyo ve mutfağa boca ettiğimiz o birbirinden renkli temizlik maddeleriyle. Mis gibi koksun diye kullandığımız deterjan, yumuşatıcı ve parfümlü koku toplarıyla. Işıl ışıl gözükmesi için metallere sürdüğümüz parlatıcılarla.
Oysa “Kullandığımız temizleyiciler temizlemeye çalıştığımız şeylerden daha tehlikeli”. Bunu söyleyen ben değilim; iki biyokimya uzmanı, Prof. Dr. Adil Denizli ve Doç. Dr. Handan Yavuz.
Bakın, TÜBİTAK’ın dergisinde yer alan makalelerinde ne diyorlar: “İnsanlar hastalık ve enfeksiyonlarla savaşmak için evlerini temiz tutmayı öğrendiler. Bunun için de biz kimyacılar çeşitli temizleyiciler ve dezenfektanlar ürettik. Ortaya çıkan sorun temizlik hevesimizin çok ötesine ulaştı. (...) Evsel temizlik malzemeleri alkol, amonyak, beyazlatıcı, formaldehit ve alkali maddeler içeriyor. Bu maddeler bulantı, kusma, yangı, göz, burun, boğaz ve solunum sisteminde yanmalara neden oluyor. Nörolojik hasarlar, akciğer ve böbrek hasarı, körlük,
Tarlasında, bahçesinde organik tarım yapanların gözü kulağı yerel tohumla ilgili yapılacak düzenlemede. Çünkü çiftçilerin elden ele paylaştığı, bir sene ekip ertesi yıl tekrar tohum elde ederek üretimi sürdürülebilir kıldığı tohumlara artık sertifika şartı getirilecek ve sertifikasız tohum ekenler destekten mahrum kalacak.
Bu mesela pembe domates veya Urla börülcesi ya da deli bezelye ekip hasadını pazara getiren çiftçi için şu anlama geliyor: Ürettiği üründen elde ettiği tohumu bir sonraki hasat için kullanan çiftçi, artık bu tohumu değil; bir enstitü veya şirketin sertifikalandıracağı tohumu satın alarak ekim yapabilecek. Sertifikalı tohum hibrit yani melez tohum ise, çiftçi bunu her yıl gidip sertifika sahibinden tekrar ve tekrar satın almak zorunda.
Bu uygulama Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın açıklamasına göre önümüzdeki yıl hayata geçecek. Hal böyle olunca çiftçilerin elindeki yerel tohumun korsan kitap veya kopya DVD’ye dönüşmesi söz konusu. Hatta uygulamanın zamanla yerel çeşitlerin üretim dışı kalıp yok olmasına neden olacağı eleştirileri de var.
Flu noktalar var
Bu eleştirilerin kamuoyuna yansıması sonrası bakanlık henüz mevzuatın tamamlanmadığı açıklamasını
Ülke 16 Nisan’a kilitlenmiş durumda. Gündem tayininde siyasetin bu kadar etkin olduğu bir ülkede böyle olması doğal. Ayrıca 16 Nisan sıradan bir referandum da değil. Ülkenin yönetim sistemi değişiyor ve her vatandaş bu değişikliğin içeriğini bilmekle yükümlü. Bu açıdan gazetelerin birinci sayfaları ve televizyonların son birkaç ayki tartışma konuları anlamlı.
Ancak gündeme ilişen bazı konular var ki, sabun köpüğünden farksız. Koparılan kıyamete, yazılan çizilene rağmen hayata etkisi yok denecek kadar az. Bir ünlünün evlilik kararı alması veya ayrılması ne yazık ki ekosistemi etkileyecek önemli bir kararı gölgede bırakabiliyor. Ya da dünyanın en doğal meteorolojik olayı olan yağmur, son dakikalarla anons edilirken; iklim değişikliğinin etkilerine dair bilimsel öngörüler, TV’lerde, sayfalarda güçlükle yer buluyor.
Kamuoyunun tartışması gereken birçok gelişme maalesef yapay gündemin sisi altında. Bence onlardan biri de Doğu Karadeniz havzasındaki çay tarımında alınan gübre kararıydı: Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı 1 Mart’ta bölgedeki nitrat ve azot içerikli kimyasal gübre yasağının 1 yıl ertelendiğini duyurdu.
Kanserojene dönüşüyor
Oysa çayın nitrat depo eden bitkilerden olması,