Gıda ve kozmetik ürünlerinin etiketlerinde E-171 olarak kodlanan katkı maddesi titanyumdioksitin, genetik zarara yol açabileceğinden endişe ediliyor
Şu Kovid-19 aşılarına gösterilen şüpheciliğin onda biri yiyip içtiklerimize gösterilse inanın şu an rafta olan birçok gıda ürünü satıştan kalkardı. Omuzlara mıknatıs yapıştırıp aşıda çip arayanlar, keşke önce şeker, kek ve pastaların içeriğine baksalar. Çocukların sıklıkla tükettiği o rengârenk ürünlerin dikkat eksikliği ve hiperaktivite riskini taşıması, ne yazık ki bir “Bill Gates çipi” (!) kadar gündeme gelmiyor bu coğrafyada. Bu nedenle birçoğumuz, her gün azar azar çocuğumuzu zehirlediğimizden bihaberiz. Peki ya gıda üretiminde sıklıkla kullanılan beyazlatıcı titanyumdioksite ne demeli? Neredeyse 2 yıl oldu bu katkı maddesi hakkında yazalı. O gün, etiketlerde E-171 olarak kodlanan bu katkı maddesinin, Fransa’da yasaklandığını duyurmuştuk. Şimdi de Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA) yeni bir karar yayımladı. Titanyumdioksite dair güvenlik değerlendirmesi
İklim krizine adapte olmaktan başka şansımız yok. Sürdürülebilir bir gelecek kuramazsak, tarihteki büyük yok oluşlardan birini daha yaşamamız kaçınılmaz
Dün Dünya İklim Günü’ydü. İklim artık hepimiz için hayati bir parametre. Gıdamızın geleceği de ona bağlı, havamız, suyumuz, enerjimiz de. Atmosferdeki karbon emisyonu arttıkça gezegenin ateşi de yükseliyor. Ve bu durum; buzulların erimesinden ölümcül sıcaklara, tarımsal verim kaybından kitlesel göçlere varan çözümü çok zor sorunları ortaya çıkarıyor. Emisyon azaltılıp küresel ısınma durdurulamazsa maalesef çok daha büyük felaketlerle karşı karşıya kalacağız. Üstelik en ağır faturayı da, bu tabloda en az suçu olanlar; yani dünyayı en az kirletenler ödeyecek. Zengin ülkelerin emisyonu, yoksul ülkelerde çevre felaketleri yaratacak.
Bizim coğrafyamız da en riskli bölgelerin başında yer alıyor. Hatta sadece son 1 ayda yaşadıklarımız bile, iklim krizinin Türkiye için ne denli önemli olduğunu net bir şekilde
Birkaç on yıl sonra, “Kuzugöbeği mantarına bu yıl da rastlanamadı” haberlerini okumamak için, bu mantar türünü mutlaka doğru şekilde toplamalıyız
Son birkaç yılda öyle popüler oldu ki, insan ister istemez geleceğinden endişe ediyor. Kuzugöbeği mantarından bahsediyorum. “Kilosu altınla yarışıyor”, “Toplayan zengin oluyor” diye haberler yapıldıkça, peşine düşenlerin sayısı haliyle artıyor. Bu süreçte eğer toplayanlar yeterli bilince sahip değilse yandık. Çünkü kuzugöbeğinin toprağıyla birlikte çıkarılması, tekrar üremesini engelliyor. Hatta bazı bilimsel yayınlar, kuzugöbeği gibi para eden mantar türlerinin bilinçsiz toplama nedeniyle azalma eğilimine girdiğini haber veriyor. Birkaç on yıl sonra, “Kuzugöbeği mantarına bu yıl da rastlanamadı” haberlerini okumamak için, bu mantar türünü mutlaka doğru şekilde toplamalıyız. Peki nasıl? Mantar Avcılığı El Kitabı”nın yazarı akademisyen Yakup Erdem”e göre, özellikle kuzugöbeğinin yoğun yayılım
Hastayken kullandığımız ilaçlarda, çantamızdaki kozmetik ürünlerde, elimizdeki kalemin mürekkebinde var olması muhtemel hayvan sömürüsünün izini süren “Hayvan Deneyleri” kitabı, tüyler ürperten satırlarla dolu
Bu soruyla başlıyor “Hayvan Deneyleri” kitabı ve okuru insanların hayvanlar üzerindeki tahakkümüne farklı bir pencereden bakmaya çağırıyor. Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan kitap, hastayken kullandığımız ilaçlarda, çantamızdaki kozmetik ürünlerde, elimizdeki kalemin mürekkebinde var olması muhtemel hayvan sömürüsünün izini sürerek, bizi “Hayvanlar insanlık yararına bedel ödemeli mi” sorusuyla baş başa bırakıyor.
Kitabın yazarları müzisyen Yağmur Özgür Güven ile tıp doktoru Oğuzcan Kınıkoğlu. İki yazar da Deneye Hayır Derneği’nin kurucuları. İnsan bedenine dair birçok keşfin, yüz binlerce hayvanın acı içinde ölümüyle gerçekleştiğini gösteren satırlar gerçekten de çok rahatsız edici. Canlı canlı
Türkiye’de ve Avrupa’da kozmetik ürünlerin hayvanlar üzerinde test edilmesi epeydir yasak. Fakat hayvan deneyleri tamamen yasak değil! Peki, ne yapılmalı?
Kozmetik testlerde kullanılan tavşan Ralph’in dramatik öyküsü, bir anda hepimizi “hayvan deneyleri” gerçeğiyle yüzleştirdi. “Save Ralph” adlı kısa film, laboratuvarlardaki çığlığı evimize ulaştırınca hemen herkes, “Hayvan deneyleri şart mı?” sorusunu sorar oldu. Oysaki insanın üstün yararı için hayvanlar zaten asırlardır sistematik bir şekilde eziyete uğruyordu.
Tabii Ralph’le empati kurmak oldukça sarsıcıydı. Bazıları çözümü, hayvanlar üzerinde test edilmemiş kozmetikleri seçmekte buldu. Markalar paylaşıldı, vicdanlar rahatlatıldı. Ancak kozmetik testleri, hayvan deneylerinin sadece bir yönü. Zaten hem Türkiye hem de Avrupa’da, kozmetik ürünlerin hayvanlar üzerinde test edilmesi epeydir yasak. Fakat hayvan deneyleri tamamen yasak değil. Başta ilaç ve aşı olmak üzere, birçok bilimsel çalışmanın
Dezenfektan kullanımı bu yoğunlukta devam ederse daha kirli ve daha hastalıklı bir çevre kaçınılmaz
Yaşam bir bütün. Kelebek etkisi doğanın her zerresinde süregiden bir yapı. Ekosisteme en ufak bir müdahale dahi hiç umulmadık sonuçlar yaratabiliyor. İşte bugün koronavirüs endişesiyle her yanımıza boca ettiğimiz dezenfektanlar için de benzer bir endişe hâkim. Mikrop öldürücü o kimyasalların yarın başka hastalıklara davetiye çıkaracağı öngörülüyor. Çünkü o dezenfektanlar, atık suları temizleyen dost bakterilerin adeta canına okuyor. O bakterilerin ölmesi ise su kaynaklarının kirlenmesine, sudaki canlı yaşamının altüst olmasına ve nihayetinde antibiyotik direncine yol açıyor.
Bilim dünyası, koronavirüs sonrası dönemde, dezenfektan kullanımındaki artış yüzünden yaşanacak değişimler konusunda çok kaygılı. Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü öğretim üyesi Doç. Dr. Ulaş Tezel de buna işaret ediyor ve aynı kaygıyı şöyle dile getiriyor:
Yeşillenen doğada, bahar esintisinin rengârenk kanatlarına dokunduğu bu kırılgan canlıların yaşam alanı ciddi oranda daralıyor. İşte tutkulu kelebek gözlemcileri, bu duruma çözüm arıyor
Hava ısınıyor. Doğa uyanıyor. Kelebek sezonu da başlıyor. Artık, çiçek açmış çayırlarda bol bol renkli kanatlar görebilirsiniz. Kelebek tutkunları zaten aylardır yılın bu dönemini bekliyordu. Kimi “güneyli fisto” ile açacak sezonu, kimi “Karanlık orman esmeri”yle. Aslında kelebek gözlemi, evlere tıkılmaktan bunalanların doğayla teması için güzel bir fırsat. Eğer merak ve isteğiniz varsa başlangıç için ilk önce, kelebeklerin renkli dünyasına dair okumalar yapmanız gerekiyor. Öncelikle kelebeklerin özelliklerini, ekosistemdeki rolünü, nasıl sınıflandırılıp isimlendirildiklerini, bölgenizde hangi türlerin bulunabileceğini bilmelisiniz. Bunun en kestirme yolu ise kelebek gözlem gruplarına katılmaktan geçiyor. Başta TRAKEL olmak üzere Adameros ve Kelebek-Türk gibi oluşumlar, ilk adımı atmak isteyenler
Gizli hazinelerimiz mağaralar, kaçak kazılar yüzünden tahrip ediliyor; oysa mağara ortamındaki en küçük değişikliğin ne gibi acı sonuçlar doğurduğunu Kovid-19 salgınıyla yaşıyoruz
Aslında her şey bir mağarada başladı. Son bir yıldır içinden geçtiğimiz korku tüneli, bir yarasanın mağarasından çıkıp, pangolini ısırmasıyla oluştu. Sonrası zaten malum; tarihin en sarsıcı salgını… Yarasaların yaşam alanı mağaralar, hem medeniyetimiz hem de mikroorganizmalar açısından oldukça hassas dengeye sahip yapılardır. Dış ortamdan izole olmaları, eşsiz nem, sıcaklık ve PH dengesi, mağaralarda hiç gün ışığına çıkmamış mikroorganizmaların var olmasını sağlıyor. O organizmalar da bazen hastalıklara yol açıyor bazen de amansız hastalıkların çaresi olabiliyor. İşte bu yüzden o hassas ekosistem, bilim insanları için âdeta bir vaha.
Yeni canlı türleri
Türkiye ise bu vahaların binlercesini barındıran bir cennet. İrili ufaklı 40 binden fazla mağara bulunduğu tahmin edilen ülkemizde, keşfedilmeyi bekleyen binlerce mağara var. Keşfedilenlerde de