Karavanla Türkiye’yi gönüllerince gezen Özgür ve Zeynep Karaman çifti, şimdi yaşamlarını tekneye taşıyarak, yelkenlerini özgürlük rüzgârıyla doldurmaya hazırlanıyor
"Başka bir hayat mümkün!” Ne kadar umut dolu ne kadar baştan çıkarıcı bir söz öyle değil mi? Hele ki yarın İstanbul trafiğiyle boğuşacaksanız, masanız ve aklınız yapılacak işler listesiyle doluysa ve şehrin temposundan hiçbir şeye yetişemiyorsanız. Kaçıp kurtulmak istemez mi insan yeni bir hayata yelken açarak. Elbette ister. Ama nasıl? Belki Özgür ve Zeynep Karaman çiftinin öyküsü ilham olur.
Onları az çok tanıyorsunuz aslında. Daha önce bu köşede hikâyelerine yer vermiştik. 2 yaşındaki kızları Nil’le şehir hayatını bırakıp karavanda yaşamaya başlamış, gönülleri nereyi isterse direksiyonu oraya kırarak tüm Türkiye’yi dolaşmışlardı. Tabii Özgür’ün yazılımcı olması ve sabit bir ofise ihtiyaç duymadan çalışabilmesi bunu mümkün kılmıştı. 3 yıl boyunca 8 metrekarelik karavanda az
Yeni bir dünya kuruluyor. Ve bu dünyada her şey daha “yeşil” olacak. Yiyip içtiklerimizden giydiklerimize, arabamızdan evimize; her şeyin karbon ayak izini hesaba katarak yaşamaya başlayacağız. Çünkü karbona da vergi geliyor
Avrupa Birliği’nin ilan ettiği Yeşil Mutabakat (Green Deal) uyarınca 2023 yılında Avrupa’ya ihraç edilecek çimento, demir-çelik gibi kimi ürünlerden karbon vergisi alınmaya başlanacak. Yani, iklim değişikliğini tetikleyen bir üretim yapıyorsanız bunun bedelini ürünü satarken ödemek zorunda kalacaksınız. Bacadan çıkan kirli gazların, fosil yakıtla yapılan üretimin, plastik ambalaj kullanmanın, suyu aşırı tüketmenin, doğaya zarar veren zehirli kimyasallarla ürün yetiştirmenin bir karşılığı olacak. Muhtemelen her 1 ton karbon salımının bedeli 50 euro olacak.
Sistem de şöyle işleyecek: Diyelim ki çimento ürettiniz. Bunu 27 AB ülkesinden birine satarsanız, çimentonun sebep olduğu karbon emisyonunu belgelemeniz istenecek. Sadece kendi fabrikanızın bacasından çıkan değil, üretim sırasında
Kızılçamların alevlerden korudukları genetik miras, yüzyıllardır olduğu gibi yine bölgeyi bal ormanlarına dönüştürecek. Tabii insan eliyle bu döngü kırılmazsa!
Geçen hafta sonu Marmaris’teydim. Yanan ormanları gezdim. Maalesef tablo çok vahim! Ormana adımınızı attığınızda adeta sönmüş bir mangalın içinde yürüyor gibi hissediyorsunuz. Ayağınızın altında birkaç santimlik kül örtüsü, gözünüzün aldığı her yer kara isle kaplanmış kızılçam gövdeleri… Ağaçların kimi tamamen yanmış, devrilecekleri günü bekliyor. Kimi ise şaşırtıcı bir şekilde alevlerden korunmuş. Hâlâ yeşil dallarıyla karanlığın içinde ışık saçıyorlar. Herkesin umudu da onlarda. Üst bölgelerinde sakladıkları tohumlar (kozalak) sayesinde ormanı yeniden yeşertecekler. Alevlerden korudukları genetik miras, yüzyıllardır olduğu gibi yine bölgeyi bal ormanlarına dönüştürecek. Tabii insan eliyle bu döngü kırılmazsa!
Önemli uyarılar
Ormanda yanan bölgeleri birlikte gezdiğimiz yangın
Gökyüzünü, doğayı rengârenk kılan kanatlarıyla şenlendiren kuşlarımızın nesli tükeniyor; gri başlı kız kuşu, yaz ördeği, yılanboyunu hiç görmeyebiliriz. “Türkiye’nin Kuşları” kitabı, onları tanımamızı ve sahiplenmemizi amaçlıyor
Ormanhorozu, yılanboyun, incegagalı kervançulluğu; Türkiye’nin kuşları arasında yer alıyorlar ama artık sadece kitaplarda varlar. Nesilleri ya tükendi ya da tükenmek üzere. Kutup martısı, yakalı toy, gri başlı kız kuşu, yaz ördeği, sarı kamışçın da öyle. Eskiden coğrafyamızda daha sık görünürlerdi. Ama artık onlara da çok nadir rastlanıyor.
‘Türkiye’nin Kuşları’, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıktı.
Başta habitat kaybı olmak üzere, su kaynaklarının kuruması, şehirleşme, enerji nakil hatları ve yoğun tarım zehri kullanımı nedeniyle kuş popülasyonumuz her geçen gün azalıyor. Hassas türler için ise durum çok daha vahim. Şanlıurfa bozkırlarında Çölkoşarını ararken karşılaştığımız Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Dünyamızın bu yılki kaynağını tükettik; bir karbon salımı bedeli var; gezegenimiz bu bedeli karşılayamayınca iklim değişiyor, seller öldürüyor, kuraklık göç ettiriyor
İki haftadır 2022’den yiyoruz. Çünkü dünyanın bu yılki kaynaklarını 29 Temmuz itibarıyla sıfırladık. Gezegen bizden 5 ay alacaklı. Gerçi pek de borcumuza sadık sayılmayız. Hatta birçoğumuz borcunun farkında bile değil! Vur patlasın çal oynasın yaşarken tükettiklerinin sınırsız olduğunu düşünüyor. Öyle ya; su hep akacak musluktan. Ekmek her daim çıkacak fırından. Motorlar hep çalışacak, raflar hiç boşalmayacak! Oysa hepsinin gezegene bir bedeli var. Ve bu bedeli epeydir karşılayamıyor gezegen. İşte o yüzden iklim değişiyor. Seller öldürüyor, kuraklık göç ettiriyor. Artık farkına varmamız gereken o bedel; küresel karbon ayak izi olarak hesaplanıyor.
Diyelim ki öğle yemeğinde hamburger yiyeceksiniz. O hamburgerin eti, ekmeği, salatası, nakliyatı, pişirilmesi, servisi için ne kadar karbondioksit salımı yaşanmış, işte buna bakılıyor. Tabii
İki böceğin kızılçamda evrimsel buluşmasıyla oluşan özel bir baldan söz ediyoruz; değeri yeni anlaşılsa da dünyada yüzde 95’i Türkiye’de üretilen çok özel bir bal: işte çam balının geleceği de alevler arasında
Ülkeyi kara dumana boğan alevler, çam balını da yaktı. Görünen o ki en az birkaç yıl sofralarda çam balı olmayacak. Nasıl olsun! Ne arı kaldı bölgede ne ağaç ne de böcek! O eşsiz flora tamamen küle döndü. Yeniden oluşması en az 30 yıl alır. Tam bir ekolojik yıkım yaşıyoruz. Aslında bunun tam göstergesi de çam balı. Balın oluşması için en başta Kuzey Akdeniz’e has kızılçamın (pinus brutia) var olması sonra o çamda evrimleşen Basra böceğinin (Marchalina hellenica) varlığı gerekiyor. Çünkü o böcek kızılçamın reçinesini emerek besleniyor. Sindiremediği karbonhidratı da ağacın gövdesine bırakıyor. İşte arılar da o karbonhidratla beslenip bal yapıyor. İki böceğin kızılçamda evrimsel buluşmasıyla vücut bulan çok özel bir baldan
Ormanlarımızdan arka arkaya yükselen alevler, ağaçlarla birlikte orman ekosistemine bağlı binlerce canlının feci şekilde can vermesine yol açtı. Gerçeği söylemek gerekiyor: Bu felaketten hepimiz sorumluyuz
Hepimizin içi yandı. Önce Manavgat, sonra Akseki, ardından Mersin, Adana, Marmaris, Milas, Kayseri… Türkiye’nin dört bir yanındaki ormanlarımızdan arka arkaya alevler yükseldi. Ağaçlarla birlikte yaşamı orman ekosistemine bağlı binlerce canlı feci şekilde can verdi. Alevlerden geriye kalan yanmış hayvan bedenleri hepimizi derinden sarstı. Ama tam da bugün bir gerçeği yüksek sesle dillendirme zamanı; bu felaketin sorumlusu biziz.
Orman içi hareketlilik son yıllarda inanılmaz derecede arttı. Turizm tesisleri, maden ve enerji yatırımları ormanların en ücra noktalarına kadar ulaştı. Birçok bölgede zaten şehirler ormanla birleşti. Villalar, çiftlikler, yazlıklar... Tabii bu nüfus hareketliliğinin yangına karşı 1. derecede hassas orman ekosisteminde yaşandığını da vurgulamak gerek. Bu tabloya bir de iklim değişikliğinin yangın sezonunu uzatması eklendiğinde,
Su yoksa gıda da yok yaşam da! Sulak alanlarımızın yüzde 60’ını kaybettik; kalanları koruyamazsak önce kuşlar gidecek sonra da biz
Belki de bu yazın en büyük çevre felaketiydi Tuz Gölü’ndeki flamingo yavrularının susuzluktan ölümü. Çatlamış toprakta yatan cansız kuş bedenleri hepimizi derinden sarstı. Çok üzüldük ama ölümlere neden olan vahşi sulama sorunuyla maalesef yine yüzleşemedik! Oysaki tarımsal sulamada yaptığımız yanlışlar nedeniyle nice gölümüz, deremiz kurudu. 50’den fazla göl artık yok. “Göller yöresi” diye coğrafya kitaplarında anılan bölgede dahi 20’ye yakın gölü kaybettik. Yer altı sularımız ise âdeta can çekişiyor. Nasıl çekişmesin? On binlerce kaçak su kuyusu var ve bu kuyulardan ne kadar su çekildiği dahi meçhul!
Su bütçesi açık veriyor
Yer altı suyunun en çok kullanıldığı Konya ve Ergene’deki kuyuların sadece yüzde 30’unda ölçüm sistemi var. Üstelik 100 binin üzerinde olduğu tahmin