Kar gibi ışıldayan pastalar, kurabiyeler, şekerlemeler ve sakızlara bu cazibeyi kazandıran gıda katkı maddesinin, sağlığa bir o kadar zarar verebileceği aklımıza gelir miydi? İlaç ve kozmetiklerde de kullanılan o maddenin kodu: E-171
Avrupa Parlamentosu, kısa süre önce Türkiye’yi de yakından ilgilendiren önemli bir karara imza attı. Karar uyarınca gıda katkı maddesi “titanyum dioksit”in gıdalarda kullanımı yasaklandı. Gıdaları beyazlatmak ve nem tutmak için kullanılan E-171 kodlu titanyum dioksit, artık Avrupa’da üretilen ve satılan hiçbir gıdada bulunamayacak. Yasaklama için gıda sektörüne 6 aylık geçiş süreci verildi. Süreç tamamlandığında, E-171’in diyet yoluyla alımı tüm kıtada sonlanacak.
Türkiye’de ise henüz böyle bir yasak yok. O yüzden bugün bembeyaz pastalar, şekerler, kurabiyeler yiyip, sakız çiğniyorsanız bu maddeye maruz kalma riskiniz oldukça yüksek. Tek yapabileceğimiz şey, paketli gıda tükettiğimizde etiketini dikkatli bir şekilde okuyarak, E-171 kodu ya da “titanyum dioksit”
Evinizin balkonuna küçük bir güneş paneli enerji santrali kurduğunuzu düşünün! Hem ısınabiliyor hem elektrikli aletleri çalıştırabiliyor hem de sıcak bir duş altında yıkanabiliyorsunuz. Ve bu size büyük tasarruf sağlıyor. Evet, bunu yapmak hiç de zor değil!
Elektrik faturalarında yaşanan son artış, aslında hepimizi güneşe bir adım daha yaklaştırdı. Kendi elektriğimizi üretmek için güneş enerjisi alternatifini artık iyiden iyiye gündemimize almalıyız. Zira çatı, teras veya balkonlara koyabileceğimiz birkaç panelle faturalardan tamamen kurtulmak ya da faturaları ciddi oranda azaltmak mümkün. Bunu hayata geçiren birçok bireysel elektrik tüketicisi olduğunu biliyoruz. Onlardan biri de Troya Çevre Derneği. Derneğin ofis binasına 8 yıldır elektrik faturası gelmiyor. Hem de sadece 3 güneş paneli sayesinde. Ofisin çatısındaki 300 wattlık 3 panel, klimadan bilgisayarlara tüm elektrik ihtiyacını karşılamaya yettiği için yıllardır şebekeden elektrik kullanmadıklarını söylüyor dernek başkanı Oral Kaya.
Peki, benzer bir sistem
Balda sahtecilik öyle boyutlarda ki, arıların doğal yapılarının bozulma endişesini gündeme getirdi. Kovanlarda yaygınlıkla kullanılan antibiyotiklerin, vücutta birikerek antibiyotik direncine neden olabileceği de bir başka tehlike.
"Gıdada sahtecilik" denildiğinde hemen herkesin aklına ilk olarak ya bal gelir ya da zeytinyağı. Denetimlerde de tağşiş listelerinin başını, genelde bu iki ürün çeker. Çünkü her iki üründe de sahteciliği ortaya çıkarmak oldukça zordur. Ürüne katkı yapılıp yapılmadığı, ancak laboratuvar analizleriyle anlaşılabilir. O nedenle bu iki ürünü alırken kılı kırk yarmakta fayda var.
Baldaki sahteciliğin temeli, şeker şurubuna dayanıyor. Sahtecilikte mısır, şeker pancarı veya pirinçten elde edilen ticari şeker şurupları kullanılıyor. Bir miktar bala, yüksek oranda şeker şurubu ve bal aroması eklenerek elde edilen ürün, “bal” diye etiketlenerek satılıyor. Rafa çıkan bu ürünü, görüntüsü ya da tadıyla gerçek baldan ayırt edebilmek olanaksız. O yüzden bu ürünlerin katkılı olup
Avrupa Birliği’nce 1 yıl önce yasaklanan 10 tarım zehrinin Türkiye’de de kullanımına kısıtlama getirilmişti. Ancak, bu zehirlerden 8’inin kullanımı ülkemizde tekrar serbest bırakıldı.
Türkiye’deki tarım alanlarında yıllık yaklaşık 50 bin ton pestisit (tarım zehri) kullanılıyor. Ekosistemdeki canlılar, su ve toprağa kalıcı hasar veren bu zehirler, aynı zamanda yediklerimiz vasıtasıyla vücudumuza da sirayet ediyor. Başta kanser olmak üzere tedavisi güç bazı hastalıkların oluşumunda pestisitlerin payı, artık bilimsel bir gerçek. Bu nedenle bazı pestisit etken maddeleri zaman içinde yasaklanıyor. Son olarak yaklaşık 1 yıl önce Avrupa Birliği, 10 tarım zehri için yasaklama kararı vermişti. Tarım ve Orman Bakanlığı da bu karar uyarınca Türkiye’de de yaygın bir şekilde kullanılan bu kimyasallar hakkında kullanım kısıtlaması kararı almıştı. Ancak geçtiğimiz günlerde, bu zehirlerden 8’inin kullanımı tekrar serbest bırakıldı. Gerekçe ise bu maddelerin alternatiflerinin olmaması ve bu nedenle tarımda zararlılarla mücadelede ciddi sıkıntılar yaşanma endişesi!
Tabii
Hangi su içilebilir? Musluk suyu mu ambalajlı mı? Aslında ikisinin de artıları ve eksileri var. Oysa en başta temiz içilebilir suya erişimin, en temel insan haklarından biri olduğunu dikkate almamız gerekiyor
Zamlarla birlikte artık büyükşehirlerde ambalajlı suyun litresi 1 lirayı geçti. “Her gün en az 2.5 litre su için” önerisini hesaba katarsak, 4 kişilik bir ailenin aylık içme suyu harcaması 300 lirayı buluyor. Az buz bir para değil! Geçim sıkıntısı yaşanan birçok hanede, bu bedelin karşılanamadığı muhtemel. Bu durumda geriye kalan tek seçenek; ya temiz olduğuna emin olunan bir kaynaktan su doldurup taşımak ya da musluk suyu tüketmek. Peki, musluk suları içilebilir durumda mı? Mesela İstanbul’daki musluklardan akan suyu, gönül rahatlığıyla içebilir miyiz? İSKİ Genel Müdürü Raif Mermutlu’ya göre, suyunuz depodan gelmiyor ve tesisatınız yeniyse musluk suyu çekinmeden içilebilir. Eğer depo kirli ya da tesisat eskiyse su kalitesi ciddi oranda bozulabiliyormuş.
Ağır metal açısından risk
Araştırmalar ise özellikle
Endüstriyel hayvancılık “sürdürülemez” olarak değerlendiriliyor. Yapay et arayışıyla çözüm bulmak hedefleniyor. Amaç, ucuz ve sürdürülebilir yolla hayvansal protein ihtiyacını karşılamak. Fakat şimdiye kadar bunu mümkün kılacak üretim henüz gerçekleşmedi.
Yapay etin yankısı kendisinden önce geldi. Bırakın sofralara gelmesini, daha ticari üretimi dahi başlamadan “yapay et” karşıtları oluştu. Laboratuvarda üretilecek ete karşı olanların aynı zamanda aşı karşıtı olması da pek tesadüf değil aslında. Çünkü halkımızın önemli bir bölümü, laboratuvarlarda insanlığın sonunu getirecek şeyler arandığına inanıyor. İlginç olansa karşı çıkanların endişelerinin yapay et için çalışanlarla benzeşmesi. Karşıtlar da “Hayvancılık bitecek”, “İnekleri rahat bırakın” diyor, laboratuvarda et üretmek isteyenler de...
Gerçekten de et-süt üretiminde alarm zilleri epeydir çalıyor. Fiyatlardaki anormal artışlara yansıyan yem sorunu, hayvanların refahı, aşırı
Yeni yıl, yeni başlangıçlar için harika bir seçenek. Mesela 2022 yılına, olabildiğince az plastik kullanma hedefiyle girebiliriz. Zira bu yıl, aynı zamanda plastikler için depozito sisteminin hayata geçeceği yıl olacak
Yılın bitmesine sadece 5 gün kaldı. Aslında dünyanın doğal kaynakları açısından 2021, tam 151 gün önce sona erdi. 29 Temmuz’dan bu yana 2022 yılının doğal kaynak bütçesinden harcıyoruz. Çünkü özellikle gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlar 2-3 dünya varmış gibi tüketiyor. Fosil kaynaklara dayalı üretim-tüketim düzeni sürdükçe, gezegenin daha iyi bir yer olabilmesi mümkün değil. Dolayısıyla bize düşen, fosil ayak izimizi olabildiği kadar azaltmak.
Yeni yıl, yeni başlangıçlar için harika bir seçenek. Mesela 2022 yılına, olabildiğince az plastik kullanma hedefiyle girebiliriz. Zira bu yıl, aynı zamanda plastikler için depozito sisteminin hayata geçeceği yıl olacak. Eğer erteleme olmazsa yeniden kullanılabilir ambalajlar, para karşılığı satış noktalarına iade edilebilecek. Bu
Ceviz ABD’den, badem Şili’den, çekirdek Çin’den. Artık mercimek de Kanada’dan geliyor, millî yemeğimiz kuru fasulye de! Ancak “yandık bittik” denilecek vaziyette de değiliz. Özellikle sebzede tohum atağı yaşanıyor
Kızımın okulunda “Yerli Malı Haftası” etkinliği vardı birkaç gün önce. Öğretmeni kuru yemiş getirmelerini istemiş. Tabii haliyle çıktık almaya. Ama o da ne! Ceviz ABD’den, badem Şili’den, çekirdek Çin’den... “Yerli ve millî” fındıkla, leblebiyi alıp koyduk çantasına mecburen. Elbette yerli ceviz, badem ve çekirdek de var. Ancak hem fiyat hem de miktar olarak, ithal ürünler artık pazarda daha baskın. Tabii sadece kuru yemişte söz konusu değil bu tablo. Artık mercimek de Kanada’dan geliyor, millî yemeğimiz kuru fasulye de. Bazı gıda ürünlerinde dışa bağımlılık oranı oldukça yüksek. Ana vatanı olduğumuz buğdayda bile, İtalyan “esperia” çeşidi gibi yabancı menşeili çeşitler ciddi miktarda ekilir biçilir durumda.
Ancak, enseyi