Endüstriyel hayvancılık “sürdürülemez” olarak değerlendiriliyor. Yapay et arayışıyla çözüm bulmak hedefleniyor. Amaç, ucuz ve sürdürülebilir yolla hayvansal protein ihtiyacını karşılamak. Fakat şimdiye kadar bunu mümkün kılacak üretim henüz gerçekleşmedi.
Yapay etin yankısı kendisinden önce geldi. Bırakın sofralara gelmesini, daha ticari üretimi dahi başlamadan “yapay et” karşıtları oluştu. Laboratuvarda üretilecek ete karşı olanların aynı zamanda aşı karşıtı olması da pek tesadüf değil aslında. Çünkü halkımızın önemli bir bölümü, laboratuvarlarda insanlığın sonunu getirecek şeyler arandığına inanıyor. İlginç olansa karşı çıkanların endişelerinin yapay et için çalışanlarla benzeşmesi. Karşıtlar da “Hayvancılık bitecek”, “İnekleri rahat bırakın” diyor, laboratuvarda et üretmek isteyenler de...
Gerçekten de et-süt üretiminde alarm zilleri epeydir çalıyor. Fiyatlardaki anormal artışlara yansıyan yem sorunu, hayvanların refahı, aşırı
Yeni yıl, yeni başlangıçlar için harika bir seçenek. Mesela 2022 yılına, olabildiğince az plastik kullanma hedefiyle girebiliriz. Zira bu yıl, aynı zamanda plastikler için depozito sisteminin hayata geçeceği yıl olacak
Yılın bitmesine sadece 5 gün kaldı. Aslında dünyanın doğal kaynakları açısından 2021, tam 151 gün önce sona erdi. 29 Temmuz’dan bu yana 2022 yılının doğal kaynak bütçesinden harcıyoruz. Çünkü özellikle gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlar 2-3 dünya varmış gibi tüketiyor. Fosil kaynaklara dayalı üretim-tüketim düzeni sürdükçe, gezegenin daha iyi bir yer olabilmesi mümkün değil. Dolayısıyla bize düşen, fosil ayak izimizi olabildiği kadar azaltmak.
Yeni yıl, yeni başlangıçlar için harika bir seçenek. Mesela 2022 yılına, olabildiğince az plastik kullanma hedefiyle girebiliriz. Zira bu yıl, aynı zamanda plastikler için depozito sisteminin hayata geçeceği yıl olacak. Eğer erteleme olmazsa yeniden kullanılabilir ambalajlar, para karşılığı satış noktalarına iade edilebilecek. Bu
Ceviz ABD’den, badem Şili’den, çekirdek Çin’den. Artık mercimek de Kanada’dan geliyor, millî yemeğimiz kuru fasulye de! Ancak “yandık bittik” denilecek vaziyette de değiliz. Özellikle sebzede tohum atağı yaşanıyor
Kızımın okulunda “Yerli Malı Haftası” etkinliği vardı birkaç gün önce. Öğretmeni kuru yemiş getirmelerini istemiş. Tabii haliyle çıktık almaya. Ama o da ne! Ceviz ABD’den, badem Şili’den, çekirdek Çin’den... “Yerli ve millî” fındıkla, leblebiyi alıp koyduk çantasına mecburen. Elbette yerli ceviz, badem ve çekirdek de var. Ancak hem fiyat hem de miktar olarak, ithal ürünler artık pazarda daha baskın. Tabii sadece kuru yemişte söz konusu değil bu tablo. Artık mercimek de Kanada’dan geliyor, millî yemeğimiz kuru fasulye de. Bazı gıda ürünlerinde dışa bağımlılık oranı oldukça yüksek. Ana vatanı olduğumuz buğdayda bile, İtalyan “esperia” çeşidi gibi yabancı menşeili çeşitler ciddi miktarda ekilir biçilir durumda.
Ancak, enseyi
Ankara Bala’daki Afşar köyünde geleneksel üretimi karbon nötr hale dönüştürmek için yapılan çalışmalar sonuç veriyor. Döngüsel zincir sayesinde kadınlar neredeyse hiç atık olmadan üretim yapıyor
Karbon ayak izi, günümüzün en hayati sorunu. Küresel iklim değişikliğine yol açan karbondioksit emisyonları azaltılabilirse küresel ısınma da durdurulabilir hale gelecek. O yüzden hemen herkes, başta karbondioksit olmak üzere sera gazlarını nasıl azaltabileceğine kafa yoruyor. Elektrik tüketimini azaltmak, gıda israfını önlemek, daha az et yemek, ikinci el alışveriş gibi bireysel önlemler elbette önemli adımlar. Ancak asıl mesele üretimi karbonsuzlaştırmak. Özellikle de fosil yakıtları, toprağın ve suyun canına okuyan kimyasal gübreyi, tüm canlıları zehirleyen pestisitleri hayatımızdan çıkarmak. İşte bunu yapınca, sürdürülebilir bir dünyanın kapıları aralanıyor. Bu amaca dair yerel örnekler, yavaş yavaş hayata geçirilmeye başlandı. Hatta artık köylerdeki gıda üretiminde
Toprak kaybı Türkiye için hayati bir sorun. Her 10 yılda 1 santimetre kalınlığında toprağımızı erozyon, kuraklık, kentleşme ve yanlış tarım uygulamaları nedeniyle kaybediyoruz. Oysa o 1 santimetre toprağın oluşumu için en az 300 yıl gerekiyor.
Bugün “Dünya Toprak Günü”. İnsanlık her neye sahipse hepsini toprağa borçlu. Sofradaki ekmek de ondan, üzerindeki ceket de. Ama aynı insanlık, toprağa karşı bir o kadar da hoyrat. Rant uğruna betona gömmekten, daha fazla ürün diye derin sürüp, zehre bulamaktan hiç mi hiç çekinmiyor! Günün sonunda geriye artık ekilemeyen, canlılığını yitirmiş, erozyona uğramış koskoca bir çöl kalıyor. Oysa kaybedilen her metrekare toprak, gelecek kuşakların gıda hakkının gaspı anlamına geliyor.
Bugün dünya genelinde her 3 tarladan 1’i artık ekilemez durumda. Gezegenimizde her yıl 75 milyar ton toprağı, arazi tahribatı nedeniyle kaybediyoruz. Bunun maliyeti yıllık 400 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Bu tablonun tahıl üretiminde 7.6 milyon tonluk bir düşüşe sebep olduğu öngörülüyor.
Yosun, hem küresel ısınmaya yol açan atmosferdeki karbondioksiti azaltıyor hem de biyo yakıttan gübreye, biyo plastikten protein deposu yiyeceklere birçok alternatife dönüşebiliyor
Küre ısınıyor, kuraklık artıyor, su kaynakları azalıyor, verim düşüyor... İklime bağlı gıda krizinin daha da derinleşmesinden endişe eden bilim insanları ise, bitkisel çözümlerle dünyanın ateşini düşürmenin peşinde.
Bir yanda artan nüfusun protein talebi, diğer yanda küresel ısınmayı tetikleyen besicilik faaliyetleri. İnsanlık zor bir denklemle karşı karşıya. Öyle görünüyor ki et, geleceğin en yakıcı sorunlarından biri olacak. Ya alternatif protein kaynakları sofralara gelecek ya da yapay et gibi fütüristik projeler uygulanabilir hale gelecek.
Yapay etin ticarileşmesi şu an için hâlâ uzak bir ihtimal. Hücre ve doku kültürü yoluyla laboratuvar ölçeğinde gerçekleştirilen denemeler, hem çok maliyetli hem de ciddi etik kaygılar söz konusu. Diğer taraftan bitki temelli yapay et üretiminde ise adımlar daha hızlı
Artık herkes ürününü vitrine, ‘yeşile boyayarak’ çıkarıyor ancak bazı uzmanlar bu tip süslü çevreci vaatleri, kapitalizmin ‘yeşil badana’sı olarak görüyor. Neden mi?
İklim krizi her sektörü, ‘yeşil adımlar’ atmaya zorluyor. Çünkü üretimini sürdürülebilir kılamayan, kaynakları aşırı tüketen ve çevreye verdiği hasarı azaltamayan, er ya da geç rekabet olanağını kaybedecek. Bu nedenle çevreci taahhüt ve hedeflerin, yüksek bütçeli reklamlarla kitlelere duyurulduğu bir dönemi yaşıyoruz. Artık herkes ürününü vitrine, ‘yeşile boyayarak’ çıkarıyor. Tabii bunda tüketicinin ‘en çevreci olanını seçme’ eğiliminin de payı yok değil. Sonuçta, işin ucunda biraz daha fazla para ödemek olsa da, doğaya daha az hasar veren ürünü kullanmayı kim istemez?
Mesela bir tişört alacaksınız. Zehirli kimyasalların olmadığı, sürdürülebilir pamuktan yapılmış veya geri dönüştürülmüş PET
Kahvaltı soframıza “koyun” veya “keçi” diye satın alıp koyduğumuz peynirin, büyük oranda hileli olduğu bilimsel çalışmalarla ortaya konulmuş bir gerçekse biz tüketiciler, bunu nasıl fark edebiliriz?
Diyelim ki doktorunuz, süt alerjisinden dolayı size ya da çocuğunuza inek sütü yerine keçi sütü tavsiyesinde bulundu. Haliyle bir miktar daha fazla para ödeyerek keçi sütünden yapılmış ürünleri tüketmeye başlarsınız. Ancak buna rağmen alerji şikâyeti devam ederse... İşte o zaman doktora yönelik sorgulama başlayacaktır: “Acaba teşhisi yanlış mı?”
Peki ya asıl sorun satın aldığınız üründen kaynaklanıyorsa! Keçi peyniri diye yediğiniz peynir, aslında inek sütünden yapılmışsa! Maalesef bu olasılık fazlasıyla mümkün. Çünkü yakın zamanda yayınlanan bir çalışmaya göre, her 5 peynirden 1’i etiketinde belirtilen sütü içermiyor. Çalışma, Afyon Kocatepe Üniversitesi Gıda Hijyeni ve Teknolojisi Bölümü’nden iki akademisyen