Popülaritesi her gün artan aronya, “süper meyve” tabirini fazlasıyla hak ediyor. Ana vatanı Kuzey Amerika olan bu üzümsü meyvenin Türkiye’deki adresi ise Kırklareli diyebiliriz.
Aronya meyvesini duydunuz mu? Eğer duymadıysanız da önümüzdeki günlerde adından daha sık söz edildiğine tanık olacaksınız. Ana vatanı Kuzey Amerika olan bu üzümsü meyve, bilinen tüm meyvelerden daha yüksek oranda antioksidan içermesiyle ünlendi ve fonksiyonel gıda olarak popülaritesi her gün biraz daha artıyor.
Gerçekten de, bileşimi ve besin değeriyle aronya, “süper meyve” tabirini fazlasıyla hak ediyor. Kalp damar hastalıklarından kansere, birçok hastalığı tetikleyen vücudumuzdaki serbest radikalleri temizleme kapasitesi, yüksek antosiyanin miktarı, polifenolik bileşenlerden zengin yapısı, besleyici bileşenler ve içerdiği mineraller sayesinde aronya, sağlıklı gıdalar listesinin en üst sıralarında yer alıyor. Zaten aronya hakkında yazılan makalelerin birçoğunda da bu üzümsü meyvenin, bağışıklık sistemini
Defne ile Derin, adlarındaki doğal öze uygun; yeşilin canlılığını, mavinin serin berraklığını gözeterek yaşamaya yönelmiş iki lise öğrencisi. Yaşıtlarını da etkilemek için bir de kitap yazmışlar: “Yeşil Dünyamız”
Bu hafta sonuçları açıklanan bir araştırmaya göre (*), Türkiye’de yaşayan her 3 kişiden 2’si, iklim değişikliğinin etkilerinden ötürü endişe içinde. Ve yine aynı oranda insan, küresel ısınmanın koronavirüsten bile büyük bir tehlike olduğu görüşünde.
İklim krizi büyüdükçe, kamuoyundaki duyarlılığın arttığı aşikâr. İklim değişikliği temelli, kuraklık, sel ya da orman yangınları gibi felaketler, toplumun küresel ısınmaya dair kaygısını yükseltiyor. Şüphesiz bu kaygıyı en yüksek seviyede hissedenler ise gençler. Dünyadaki iklim krizi çığlığı da en çok onların ağzından yükseliyor. Küresel ısınmayı durdurmak için politikacıları harekete geçmeye zorlayanlar da onlar, yaşamı sürdürülebilir kılmak için kafa yoranlar da. Hem
Sevgililer Günü’nde birkaç günde solacak çiçekler yerine aşkınız doğaya uzun soluklu bir katkı sağlasın ister misiniz? Bir ağaç fidanı toprakla buluşturabilir, fidan bağışıyla hatıra ormanlarına sevdiklerinizin isimlerini taşıyan fidanları ekebilirsiniz.
Ağaçlar, dünyamızdaki en değerli varlıkların başında geliyor. İklimi değiştiren karbondioksiti depolayarak, atmosfere yaşam kaynağımız oksijeni veriyorlar. Kirletici gazları yakalıyor havamızı temizliyorlar. Yetmezmiş gibi bize yiyecek sağlıyor, ilaçlar veriyor, barınağımız oluyor, medeniyetimizi geliştiriyor ve kavurucu sıcaklarda bizi serinletiyorlar. Daha onlarca neden sayabilirim ağaçları sevmek için. Zira sevgiye çok yakışıyorlar. Sevgililer Günü’nde de sevginizin kök salabilmesi için en iyi alternatif olarak karşımızdalar. Öyle ya sadece birkaç günde solacak çiçekler yerine, ağaç dikerek de gösterebilirsiniz sevginizi. Böylelikle, aşkınız doğaya uzun soluklu bir katkı sağlarken, siz de aşırı ticarileşmiş bir güne dönüşen 14 Şubat’ta
Kar gibi ışıldayan pastalar, kurabiyeler, şekerlemeler ve sakızlara bu cazibeyi kazandıran gıda katkı maddesinin, sağlığa bir o kadar zarar verebileceği aklımıza gelir miydi? İlaç ve kozmetiklerde de kullanılan o maddenin kodu: E-171
Avrupa Parlamentosu, kısa süre önce Türkiye’yi de yakından ilgilendiren önemli bir karara imza attı. Karar uyarınca gıda katkı maddesi “titanyum dioksit”in gıdalarda kullanımı yasaklandı. Gıdaları beyazlatmak ve nem tutmak için kullanılan E-171 kodlu titanyum dioksit, artık Avrupa’da üretilen ve satılan hiçbir gıdada bulunamayacak. Yasaklama için gıda sektörüne 6 aylık geçiş süreci verildi. Süreç tamamlandığında, E-171’in diyet yoluyla alımı tüm kıtada sonlanacak.
Türkiye’de ise henüz böyle bir yasak yok. O yüzden bugün bembeyaz pastalar, şekerler, kurabiyeler yiyip, sakız çiğniyorsanız bu maddeye maruz kalma riskiniz oldukça yüksek. Tek yapabileceğimiz şey, paketli gıda tükettiğimizde etiketini dikkatli bir şekilde okuyarak, E-171 kodu ya da “titanyum dioksit”
Evinizin balkonuna küçük bir güneş paneli enerji santrali kurduğunuzu düşünün! Hem ısınabiliyor hem elektrikli aletleri çalıştırabiliyor hem de sıcak bir duş altında yıkanabiliyorsunuz. Ve bu size büyük tasarruf sağlıyor. Evet, bunu yapmak hiç de zor değil!
Elektrik faturalarında yaşanan son artış, aslında hepimizi güneşe bir adım daha yaklaştırdı. Kendi elektriğimizi üretmek için güneş enerjisi alternatifini artık iyiden iyiye gündemimize almalıyız. Zira çatı, teras veya balkonlara koyabileceğimiz birkaç panelle faturalardan tamamen kurtulmak ya da faturaları ciddi oranda azaltmak mümkün. Bunu hayata geçiren birçok bireysel elektrik tüketicisi olduğunu biliyoruz. Onlardan biri de Troya Çevre Derneği. Derneğin ofis binasına 8 yıldır elektrik faturası gelmiyor. Hem de sadece 3 güneş paneli sayesinde. Ofisin çatısındaki 300 wattlık 3 panel, klimadan bilgisayarlara tüm elektrik ihtiyacını karşılamaya yettiği için yıllardır şebekeden elektrik kullanmadıklarını söylüyor dernek başkanı Oral Kaya.
Peki, benzer bir sistem
Balda sahtecilik öyle boyutlarda ki, arıların doğal yapılarının bozulma endişesini gündeme getirdi. Kovanlarda yaygınlıkla kullanılan antibiyotiklerin, vücutta birikerek antibiyotik direncine neden olabileceği de bir başka tehlike.
"Gıdada sahtecilik" denildiğinde hemen herkesin aklına ilk olarak ya bal gelir ya da zeytinyağı. Denetimlerde de tağşiş listelerinin başını, genelde bu iki ürün çeker. Çünkü her iki üründe de sahteciliği ortaya çıkarmak oldukça zordur. Ürüne katkı yapılıp yapılmadığı, ancak laboratuvar analizleriyle anlaşılabilir. O nedenle bu iki ürünü alırken kılı kırk yarmakta fayda var.
Baldaki sahteciliğin temeli, şeker şurubuna dayanıyor. Sahtecilikte mısır, şeker pancarı veya pirinçten elde edilen ticari şeker şurupları kullanılıyor. Bir miktar bala, yüksek oranda şeker şurubu ve bal aroması eklenerek elde edilen ürün, “bal” diye etiketlenerek satılıyor. Rafa çıkan bu ürünü, görüntüsü ya da tadıyla gerçek baldan ayırt edebilmek olanaksız. O yüzden bu ürünlerin katkılı olup
Avrupa Birliği’nce 1 yıl önce yasaklanan 10 tarım zehrinin Türkiye’de de kullanımına kısıtlama getirilmişti. Ancak, bu zehirlerden 8’inin kullanımı ülkemizde tekrar serbest bırakıldı.
Türkiye’deki tarım alanlarında yıllık yaklaşık 50 bin ton pestisit (tarım zehri) kullanılıyor. Ekosistemdeki canlılar, su ve toprağa kalıcı hasar veren bu zehirler, aynı zamanda yediklerimiz vasıtasıyla vücudumuza da sirayet ediyor. Başta kanser olmak üzere tedavisi güç bazı hastalıkların oluşumunda pestisitlerin payı, artık bilimsel bir gerçek. Bu nedenle bazı pestisit etken maddeleri zaman içinde yasaklanıyor. Son olarak yaklaşık 1 yıl önce Avrupa Birliği, 10 tarım zehri için yasaklama kararı vermişti. Tarım ve Orman Bakanlığı da bu karar uyarınca Türkiye’de de yaygın bir şekilde kullanılan bu kimyasallar hakkında kullanım kısıtlaması kararı almıştı. Ancak geçtiğimiz günlerde, bu zehirlerden 8’inin kullanımı tekrar serbest bırakıldı. Gerekçe ise bu maddelerin alternatiflerinin olmaması ve bu nedenle tarımda zararlılarla mücadelede ciddi sıkıntılar yaşanma endişesi!
Tabii
Hangi su içilebilir? Musluk suyu mu ambalajlı mı? Aslında ikisinin de artıları ve eksileri var. Oysa en başta temiz içilebilir suya erişimin, en temel insan haklarından biri olduğunu dikkate almamız gerekiyor
Zamlarla birlikte artık büyükşehirlerde ambalajlı suyun litresi 1 lirayı geçti. “Her gün en az 2.5 litre su için” önerisini hesaba katarsak, 4 kişilik bir ailenin aylık içme suyu harcaması 300 lirayı buluyor. Az buz bir para değil! Geçim sıkıntısı yaşanan birçok hanede, bu bedelin karşılanamadığı muhtemel. Bu durumda geriye kalan tek seçenek; ya temiz olduğuna emin olunan bir kaynaktan su doldurup taşımak ya da musluk suyu tüketmek. Peki, musluk suları içilebilir durumda mı? Mesela İstanbul’daki musluklardan akan suyu, gönül rahatlığıyla içebilir miyiz? İSKİ Genel Müdürü Raif Mermutlu’ya göre, suyunuz depodan gelmiyor ve tesisatınız yeniyse musluk suyu çekinmeden içilebilir. Eğer depo kirli ya da tesisat eskiyse su kalitesi ciddi oranda bozulabiliyormuş.
Ağır metal açısından risk
Araştırmalar ise özellikle