Mektup geldi Gebze’den. Hiç mektup aldınız mı cezaevinden? Ya da biraz daha daraltarak sormak lazım:Hiç mektup aldınız mı cezaevindeki bir siyasiden? Mümkünse alınız. Bulmaca çözmeyi seviyor, boşlukları zihninizden dolduracak yaratıcılığı kendinizde buluyorsanız, mutlaka...
19 Aralık karanlığının en hazin öykülerindendi, bedenleri yakılanlar.
2000 yılıydı, operasyonların hemen öncesindeydi.
Cezaevinden bir karar bildirildi:
“Operasyon yapılırsa yakacağız kendimizi.”
Söz vermişlerdi, yapmayacaklardı operasyon, bitene kadar aydınların görüşmeleri ve insan hakları standartlarına uygun hale getirilene kadar cezaevleri.
O sırada planlıyorlardı.
Her suçun cezası yazsa da yasalarda bütün ayrıntılarıyla teferruattır mevzuat. Ve yasada bir eylemin karşılığı yoksa, ceza orada kesilir. Failler cezalandırılmadan günah çıkarılır 5-10 yılda bir. “Karanlık yıllar” edebiyatıyla günahlar sözümona temizlenir. Asıl temizlenip yenilenense her zaman yöntemdir...
Kötülüğü ancak başlarına geldikçe anlayanların memleketinde, bir suçun faili devletse, mağdur her zaman suçludur.
Kimi zaman sapandır suç aleti, kimi zaman taş.
Kimi zaman sokağa çıkmaktır, kime zaman evde oturmak.
Her suçun cezası yazsa da yasalarda bütün ayrıntılarıyla teferruattır mevzuat. Ve yasada bir eylemin karşılığı yoksa, ceza orada kesilir.
Failler cezalandırılmadan günah çıkarılır 5-10 yılda bir.
“Karanlık yıllar” edebiyatıyla günahlar sözümona temizlenir.
Uzun bir hikâyenin sonu, o Aralık ayında başlamıştı. O Aralık, kanın ve katliamın, o Aralık yokluğun ve kazanmanın, o aralık isimleri yaşadıkları sürece gizli tutulmaya çalışılanların sahte kahramanlığının Aralık’ıydı.
Kimse, o Aralık ayını bir daha unutmayacaktı.
* * *
Bir yerde yeni bir düzen kurmak istiyorsanız ve bunun için silah kullanmanız gerekecekse, izlenecek en kolay yol milliyetçiliğin kışkırtılmasıdır.
Tito’nun, elleriyle değil nefesiyle ayakta tutabildiğini söylediği kristal küre Yugoslavya’da 90’lı yıllara gelinirken işler kötü gidiyordu.
Tarihe “Kasap” olarak geçen Miloseviç, 1987’de Kosova’da yükselen Sırp milliyetçiliğini dizginlemek için görevlendirildiğinde, asıl amacının milliyetçiliği körükleyerek Sırp çeteleri üzerinden iktidara gelmek olduğunu da kimse bilmiyordu. (* Ahmet İnsel)
Ezildiklerini anlatan Sırp milliyetçileri ile Miloseviç’in “sahte” toplantısı sürerken dışarıda da hazırlık vardı. Herkesin gayet yakından tanıdığı isimler taşlarla harekete geçti. Her şey planlanmıştı. Kosova polisinin müdahalesi sertti. O sert müdahale, milliyetçi çeteleşmeleri meşrulaştırmak için kullanılacak, silahları ele almaları için altyapı oluşturacaktı.
... Onlar, bir ömür üç otuz paraya çalışan ve yakaları beyaz bile olamayanlar... Yerde bulduğunu almaya utanan, başkasına ait olduğunu düşündüğü yere oturmayan, üç zeytinini bölüşmeyehazır onurlu emekçilerdir... Çocuklarını gömdüklerinde üzerlerine bulduğunu geçirir, biri el verdiğinde almamayı ayıp sayıp da kabullenir...
Konya dediğin bir geniş düzlük, gecesi kuzeyin esintisi, gündüzü güneyin sıcağı. Kışın biraz kar kapladı mı, bir bilinmezin ortası. Denize uzaklıktır yazgısı, ormana küslük, kendi yağında kavrulmaktır, doymak ve doyurmak.
Akşam indiğinde Anadolu’nun tam orta yerine, kentin bütün çiftleri, bütün yalnızları, bütün yalnız kalamayanları evlerine doluşur.
Dünyanın en yasak hissettiren kentinin caddeleri, bir kentin caddelerinde en özgür ne kadar hissedecekseniz, o kadar boştur. Usanıp da alabildiğine uzanan düzlüklerden vurduğunuzda dağlara, baş döndürücü yollardan saatler boyu kıvrıla kıvrıla Hadim’i görürsünüz önce.
Sarı sıcak Konya’nın, en yüksek tepelerindeki en kırmızı kirazları. Nereye baksan dağ ve yeşille kaplı, unutulmuş insanları.
Sonrası Taşkent, anımsayın, onun adını duymuştunuz, Başbakan çıkartmıştı.
... Daha dün köylerinde anne ve babalarının yanında, kardeşlerinin arasındayken, şimdi Elazığ’ın bir karanlığında tanımadıkları kız çocuklarıyla yalnızdılar. Jandarmalar köye gelmiş, evli olmayan, anne ve babasını yanında görmedikleri bütün kızları toplayıp getirmişlerdi. Saçlarını bitlenir diye kesmişlerdi
Küçük kızlar korkuyordu. Nasıl korkmasınlar ki; daha dün köylerinde anne ve babalarının yanında, kardeşlerinin arasındayken, şimdi Elazığ’ın bir karanlığında tanımadıkları kız çocuklarıyla yalnızdılar.
Jandarmalar köye gelmiş, evli olmayan, anne ve babasını yanında görmedikleri bütün kızları toplayıp getirmişlerdi.
Saçlarını bitlenir diye kesmişlerdi.
Geldikleri dakikadan itibaren Bölge Yatılı Okulu’nun bütün işlerini yapmaya başlamışlar, tepenin ardından su taşımışlar, buz kesen koridorları silmişler, yatakhaneleri hazırlamışlar, mutfağı toplamışlardı.
Başka başka kızlar da vardı.
Onlar “yabancılar” gibi konuşuyorlardı.
12 Eylül’ün üzerinden bir ay geçmemişti ki emniyetten, “Bizi arayın” yazılı bir kâğıt geldi kitabevine. Muzaffer Erdost, hemen aradı, karşıdaki ses kibardı: “Buraya gelmeniz gerekli.” “Bir hafta sonra gelsem” yanıtını verip, “Elbette” yanıtını alınca azaldı içindeki endişe. Bilemezdi ki hep küçük bir aydınlık olurdu karanlık tünellerin girişinde
Gelip de anlattığınızda günlük yaşamınızdaki dertleri büyük büyük zulümler gibi, yüzünüze boş bakarlar.
Küçümsediklerinden ya da kıyaslarından değil, anlamadıklarından.
Yaşadıkları gerçek, bir dönemi öyle ideolojik alaycılıkla geçiştirip de kendi parmağı kanadığında alabildiğine bağıranlardan farklıdır.
Onlar acıyı; gülerken gözleri dolu, sevinirken suçlu, kalplerinin üzerine konmuş yaralı ve kanat çırptıkça ölecek bir kuş gibi yaşarlar.
***
12 Eylül’ün üzerinden bir ay geçmemişti ki emniyetten, “Bizi arayın” yazılı bir kâğıt geldi kitabevine.
Bu coğrafyada sendikalar sarı, ölümler olağandır ve katliamların her zaman haklı bir gerekçesi vardır.
Mevsimlik işçiler tam mevsiminde, çocuklar çalıştıkları makinede, madenciler de madende ölür.
Gariplik yoktur, şaşırmak da.
Hikâyeler toplu ölümlerde, davalar birileri izlediğinde, haklar ise evrak üzerindedir.
Dünden yarına, o iktidardan buna, bundan sonrakine değişmez.
Yabancılık çekmezsiniz.
Her şey her zaman bildiğiniz gibidir.
Küçük Besna koşuyordu, kalbi duracak kadar hızlı atıyor ama daha o çocuk aklıyla koşmayı bırakırsa bir daha yakalayamayacağını biliyordu.
“Sakın yorulma” diye sımsıkı tutup kalbini, hayatının en uzun, en yorucu, en çaresiz adımlarını atıyordu.
Ayakkabısız ayaklarının acısını hissetmiyordu.
Biliyordu, babasını götüren o “Beyaz Toros”u tanıyordu.
Perili hikâyeleri birbirine anlatıp da kâbus gören çocuklardan farklıydı korkunç rüyaları.
Karanlıktı, Beyaz Toros’tu, dönmemekti kâbusları.
Bir daha hafızasından silinmeyecek o gülüş, birkaç saniye önce gözbebeklerine kazınmıştı.