Uzun bir hikâyenin sonu, o Aralık ayında başlamıştı. O Aralık, kanın ve katliamın, o Aralık yokluğun ve kazanmanın, o aralık isimleri yaşadıkları sürece gizli tutulmaya çalışılanların sahte kahramanlığının Aralık’ıydı.
Kimse, o Aralık ayını bir daha unutmayacaktı.
* * *
Bir yerde yeni bir düzen kurmak istiyorsanız ve bunun için silah kullanmanız gerekecekse, izlenecek en kolay yol milliyetçiliğin kışkırtılmasıdır.
Tito’nun, elleriyle değil nefesiyle ayakta tutabildiğini söylediği kristal küre Yugoslavya’da 90’lı yıllara gelinirken işler kötü gidiyordu.
Tarihe “Kasap” olarak geçen Miloseviç, 1987’de Kosova’da yükselen Sırp milliyetçiliğini dizginlemek için görevlendirildiğinde, asıl amacının milliyetçiliği körükleyerek Sırp çeteleri üzerinden iktidara gelmek olduğunu da kimse bilmiyordu. (* Ahmet İnsel)
Ezildiklerini anlatan Sırp milliyetçileri ile Miloseviç’in “sahte” toplantısı sürerken dışarıda da hazırlık vardı. Herkesin gayet yakından tanıdığı isimler taşlarla harekete geçti. Her şey planlanmıştı. Kosova polisinin müdahalesi sertti. O sert müdahale, milliyetçi çeteleşmeleri meşrulaştırmak için kullanılacak, silahları ele almaları için altyapı oluşturacaktı.
Bütün o milliyetçi kışkırtmalardan sonra kristal küreden eser kalmayacaktı.
* * *
2000 yılının Aralık ayı da Türkiye’de benzer kışkırtmalarla başladı.
Cezaevlerindeki “başıbozukluk” servis ediliyor, en olmayacak görüntüler durmaksızın gündeme getiriliyordu.
Cezaevlerinden bir başkası sorumluymuş gibi, övüne övüne koğuşlara nasıl girilemediği anlatılıyor, F tipi düzende artık bunların yaşanmayacağı ifade ediliyordu.
F tiplerine turlar düzenleniyor, nasıl kitap yazılacak bir yer olduğu güle oynaya anlatılıyordu.
Cezaevlerinde ise hava başkaydı.
Gecenin bir yarısı, sayım için içeriye girecek onlarca resmi görevliyle kimse baş başa kalmak istemiyordu.
Örnek verilen bazı ülkelerdeki düzen de insanlık dışıydı ve “hak” kavramının güçlü olduğu o ülkelerle buradaki uygulamaları karşılaştırmak bile olanaksızdı.
Bütün o tartışmaların içerisinde alındı ölüm orucu kararı.
* * *
Aralık ayının başında, Adalet Bakanlığı, F tiplerine geçişin herkesin ikna olacağı biçimde ve takvimde olacağını açıkladı.
Ölüm oruçlarında neredeyse 60. günlere ulaşılmıştı.
Bakanlık, “yüksek hassasiyetle” aydınlara ulaştı.
1996’daki gibi, aydınlarla mahkumları görüştürerek sorunu çözmeye çalışacağını açıkladı.
Ancak görüşmeler sürerken “planlar” yapıldı, adı “Hayata Dönüş” olduğu sonradan söylenen, gerçek adının “Tufan” olduğu çok daha sonradan ortaya çıkan kanlı operasyonun ayrıntıları planlandı.
Jandarmanın operasyondan sonra nasıl sanık kürsüsüne oturtulmayacağı bile planlanmıştı.
Günler geçiyor, adımlar atılmıyor, hava sertleşiyordu.
O havada, mahkumların ölüm orucuna zorlandıkları, aslında ölüm orucunun da olmadığı, her şeyin ama her şeyin “devlet düşmanlarının” hain planları olduğu ardı ardına açıklamalarla gündeme taşındı.
* * *
12 aralık 2000 günü, Ankara Kızılay’da toplanan aileler, bakanlığa yürümek istiyordu.
Zaten hemen her gün yürüyorlardı.
Ama o gün başkaydı.
İstanbul’da iki polisin cenaze töreninden sonra bazı Çevik Kuvvet personelleri silah kaldırıp emniyete yürümek istemiş, “intikam” sloganları atmıştı.
Bakanlığa yürümek isteyen çoğunluğu mahkum annesi 50 kişilik grubun yolu kesildi, kim olduğuna bakmaksızın coplandı.
Ancak alışılmışın aksine müdahaleden sonra yoktu gözaltı.
Haberi alanlar Kızılay’a koştu, öğrenciler, sendikacılar.
Bir yanda polis yürüyüş yaparak, mehter marşları eşliğinde “intikam” sloganları atarken, diğer yanda alışılmadık bir çatışma başladı.
Ve “sivil” giyimine rağmen gayet tanınan birilerinin feryatları:
“Teröristler saldırıyor, siz de durmayın vurun.”
Ve her gün öğrencilerin diz dize oturduğu, son harçlıklarını yatırdığı esnaflardan bazıları, diğerlerinin uyarısına rağmen “ayaklandı.”
O gün, esnaftan bazıları, “verilen görevi” başarmanın huzuruyla günü tamamladı.
Bir hafta sonra yapılacak katliamın bir parçası ellerine bulaşmıştı.
Ama ne olacak ki, ne de olsa buralarda sadece kendi başına geldiğinde katliamların önemi vardı.
Ama bu kez öyle olmadı.
“Hayata Dönüş” katliamında adı geçen kim varsa, tarihe “katliamcı” olarak adı kazındı.
* * *
2013’ün Haziran’ında, Eskişehir’de bir daracık sokakta da aynı katliamcı vardı.
Ali İsmail, “Vurmayın, öldüm” derken, eline kan bulaşan esnaf, 2000 yılındaki Kızılay’dakiyle tanışıktı.
Polis numarası yapan dolandırıcıların “Örgüt operasyonu için para lazım” diye kandırdığı, siftah yapamadığı günler için sokağa çıkanlara kızan, bıraksalar dükkânını yeni baştan elleriyle yapacak çocuklara, “terörist” diye haykıran o yüzler de gayet tanıdıktı.
Oysa ki bizim sevdiğimiz, parası yetmeyen çocuğa o gofreti bedavaya veren, veresiye defterini herkesten gizleyen, esnaf lokantasında her gün o sokaktakilerle yemeğini paylaşan esnaftı.
2000 yılının Aralık ayıydı.
Her şeyin ama her şeyin tadının kaçtığı zamanların sonu ve başıydı.