... Üzerinde kısa bir gazeteci yeleği, aşırı ciddi, sanki büro o olmazsa yıkılırmış gibi davranan gececi. Kendisi daha acemiydi ama inisiyatif alıp haber müdürünü de ikna etti mi, muhabirleri gecenin bir yarısı ya da tatil günü bütün görevlere gönderirdi...
Barkın Şık, Milliyet’ten ayrıldığı gün Ankara Büro’daki çalışma arkadaşlarına böyle veda etmişti.
Daha dün gibiydi... Üzerinde kısa bir gazeteci yeleği, aşırı ciddi, sanki büro o olmazsa yıkılırmış gibi davranan gececi.
Öyle tanımlanan görevlerle yetinmeyen, kendinden büyük haller.
Barkın Bilal Şık, Milliyet’in Ankara bürosuna 1998’de böyle geldi.
Önce telefon açtı, Ali İsmail’in babasıyla birlikte. Oğlu açmayınca telefonu içi yandı. O sırada Ali İsmail, bilinci kapalı, ambulanstaydı. 10 saatlik yolu 6 saatte gitti aile, 38 günlük bekleyişi ve sonundaki acıyı henüz bilmiyorlardı.Emel Korkmaz, hastaneyi ev yaptı... 38 gün sonra o haber geldiğinde, ömrünün bir kısmını bırakıp o hastanedeki sandalyelerde, geriye ne kaldığını da umursamadan hesap sormaya girişti...
Öldürmekle başlamaz ve bitmez adaletsizlik.
Cezasızlık, ödülüdür öldürenlerin.
Ve cenazeyle bitmez cezasızlığın kurbanlarının hikayesi.
Bazen cenazeyi çoraplarıyla teslim almaktır, bazen istediğin yere gömememek, bazen yıllarca evinin kontrol altında tutulmasıdır, bazen gözlerinin içine baka baka ceza vermemek.
Bazen hâkimin sanığa “İyi günler” dilediği bir duruşmadan eve dönüştür.
Bazen mezarlıktan eve dönememek.
Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Abdullah Cömert , Medeni Yıldırım, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan... Kim kimin ölümü için sokaktaydı ve kim kendisi için sokakta olanın ölümünü göremedi, fark etmiyordu... Öldüler, davalarında ne tarihlerin ne sanıkların isminin önemi var şimdi...
Kim öldürülmüştü önce ve nasıl, bir önemi yoktu.
Kim kimin ölümü için sokaktaydı ve kim kendisi için sokakta olanın ölümünü göremedi, fark etmiyordu.
Öylesine yerleşmiş, öylesine sıradan, öylesine haklı bulunarak yapılan işlerdi ki bir gün bunlara maruz kalma ihtimalleri olanlardan başka kimseye garip gelmiyordu.
Taziyelerin, haklılıkların, hikâyelerin yoktu.
***
Çocuklarıyla konuşmayan babaların ülkesidir burası... Bu yüzdendir bütün diğer nedenlerden bağımsız, çocukların büyük anne sevdası. Bu yüzden bir çocuk öldüğünde, öyle kolayca ne olduğuna, nereden geldiğine, kimin çocuğu olduğuna bakabilenler... Bu yüzden çocukların kimliklerindeki büyük, büyümeyeceklerini gösteren işaretler. İşte Cizre’de hemen her çocuğun kimliği aslında işaretlidir. Gözden kaçıp da büyüyebilenlerin en iyi bildiği iş ise cenaze defnetmekti.
Kızılırmak’ın “Ölüme de tilili” albümü henüz çıkmıştı. 90’lı yılların başında, o karanlık yoklukta, ölüme meydan okumanın en saf haliydi albüme ismini veren Yılmaz Odabaşı’nın dizeleri.
O yokluktan, yok edilmek istenen bazı yerler herkesten çok payını almıştı.
Albümün kapağının içinde yer alan fotoğraftaki kadar ıssız ilçeler vardı.
Kepenkleri mühürlenmiş dükkânlar, delik deşik edilmiş binalar.
Oralarda yaşayanlar anlattığında kimse dinlemezdi.
Zira orada yaşayanlar son tahlilde “terörist”, devlet görevlisinin sözü ise “devlet” demekti.
Bir insan, bir insana nasıl bunu yapar? Bir insan nasıl bu hale gelir de gülümser?” Otopsiden çıkan avukat, ne yapılan işkenceyi, ne Metin Göktepe’nin ölüme gülümsemesini anlayamıyordu. Oysa Metin, zulme uğrayanla ağlamış, zalimin tehditlerine hep gülmüştü...
Bütün olan bitenler, küçük kara balıkların denizlere ulaşma çabalarının hikâyesidir.
Başka bir dünyayı hayal edenler; Bitlis’te Ferhat Tepe’dir, Diyarbakır’da Musa Anter, İstanbul’da Hrant Dink’tir, Paris’te Jean Cabut, Georges Wolinski, Stephane Charbonnier...
Bütün hikâye, davalarla, tehditlerle boğamadıkları sesleri yok etmek istemeleridir.
Bazen devlet yok eder, bazen inançları pamuk ipliğine bağlı bir cani.
Bazen enseden vurur korkaklar, bazen işkencedir yöntemleri.
Ortaktır düşmanları; büyük bir deniz özlemi.
Sarp Kuray, 1971 muhtırasının ardından tutuklandı ve 24 yıl ceza aldı. 4 yıl sonunda afla çıktı ama davası 21 yıl sonra sonlandı.Müebbet hapse mahkûm edildi. Kaçmadı, artık 70’li yaşlarına geliyordu. Sincan’da kendisine, “kardeş” olan siyasi mahkûmlarla birlikte gün dolduruyor.
Barış, gökyüzünde uçurtmayı arayıp soruyordu? “Niye uçmuyor İnci?”
Hepsini anımsıyordu İnci’nin denize bakan gözleri.
“Uçurtmayı Vurmasınlar” gerçekti.
Bu ülke, bu adalet sistemi, bu dünya, bu kurallar, yönetenler ve değişmeyenler gerçekti.
Ömrünü oradan oraya sürgünde geçirenler, cezaevinde ölenler ve büyüyenler.
“Dünyayı değiştirmeye talipseniz” hep almak isterler, elinizdekileri.
“Devlet Baba”ya kafa tutan asi çocukların sonu bellidir.
Öldürülmeleri bir ceza nedeni değildir. Ali Ekber Yürek’in hikâyesi, devlete kafa tutan bir asi öğretmenin inançlarının bitmeyecek hikâyesidir...
Bir devlet, yasalara aykırı bulduğunda yaptıklarınızı neyinizi alır?
Yasada yazılı olanlardan fazlasını alabilir mi?
Misal kalbinizi, misal sevdanızı, misal yaşamınızı, misal acılarla öldürülmenizi, misal bunun hesabının bile sorulamamasını alabilir mi?
Ya da devlet almasın diye elinizden, bir başkasına emanet eder misiniz kol saatinizi?
Ankara’dan?PTT aracılığıyla gönderilen bombalı paket açılmayınca Maraş katliamı sonraya bırakıldı. 22 Aralık’ı 23’e bağlayan gece piyangocular, seyyar satıcılar, “bazı” imamlar, muhtarlar hepsi ayakta, hepsi silahlı, bıçaklı, palalıydı
Yeni bir yıl yaklaşıyor. Bitiyor artık yavaş yavaş aralık.
Kimileri için kutsal bir bayram, kimileri için yenilenecek bir yaşam, kimileri için nafile bir umut, kimileri için de katliam.
Bütün kentlerde, zenginlik hayalleri kuranların kuyruk olduğu gişelerde biletler satılıyor.
Farklı farklı kentlerdeki akrabalarından almasını rica ediyor kimileri.
Ancak hafızası olanlar bilir.
Aralık ayında, yılbaşına kısa bir süre kala, Maraş’taki akrabalarından kimse sormaz biletleri...