Bu coğrafyada sendikalar sarı, ölümler olağandır ve katliamların her zaman haklı bir gerekçesi vardır.
Mevsimlik işçiler tam mevsiminde, çocuklar çalıştıkları makinede, madenciler de madende ölür.
Gariplik yoktur, şaşırmak da.
Hikâyeler toplu ölümlerde, davalar birileri izlediğinde, haklar ise evrak üzerindedir.
Dünden yarına, o iktidardan buna, bundan sonrakine değişmez.
Yabancılık çekmezsiniz.
Her şey her zaman bildiğiniz gibidir.
* * *
Bursa’da o gece, belki birazdan geceyi ışıtacak o kahredici ateşten dolayı, her zamankinden daha karanlıktı.
15 yaşındaki Ayşe Denizdalan, 18 yaşındaki Sadife Düdüş, 21 yaşındaki Gülden Çiçek, 27 yaşındaki Necla Özveren ve üç aylık hamile 32 yaşındaki Sevgi Sesli fabrikada vardiyaya kalmışlardı.
İstekleriyle değil, zorla.
İşlerin yetişmesi ve birilerinin o işleri yapması gerekiyordu.
Parasıyla değil mi, işçiyi istediğin zaman çalıştırmak hakkındı.
Ama ya çalışıyorum diye işe gelip de kaçarlarsa.
Çıkarken o yüzden fabrikanın kapısını kilitledi ustabaşı.
Patronuna da aldığı tedbiri övünerek anlattı.
29 Aralık 2005 gecesi o yangın başladığında, çocuk, genç, hamile kadınların kaçacak çok vakti vardı.
Kapıyı zorladılar, kilitli olduğunu bilmiyorlardı, açılmadı.
Yangın büyüdüğünde, yandı o fabrikada birilerinin ve yakınlarının hayatları.
Sigortaları bile yoktu ama fabrika 4 milyona sigortalanmıştı.
Yangını patron çıkartmamış ya, paraya çevrildi cezası.
* * *
İstanbul’da o gün yağmur, görülmedik bir şiddette yağıyordu.
Kamyonetten bozma servis aracının arkasında oturan 8 kadın işçi, ne olup bittiğinden habersiz, servis durduğunda inmeye hazırlanıyordu ki o büyük su geldi.
İstanbul’da, herkesin gözü önünde, her şeyin tam ortasında, anlatsan kimse inanmaz, ama boğuldu 8 kadın.
Güldane Çiftçi (22), Naciye Karadeniz (47), Nebahat Salkım (38), Bircan Karataş (21), Nuriye Can (34), Fikriye Öztürk (43), Altun Yüksek (45) ve Özlem Ünal(19).
İlk duruşmada serbest kaldı işveren.
İlk duruşmada, tazminat davalarını geri çekti aileler.
Birileri büyük büyük laflarla eleştirdi o aileleri.
Ne yapacaklardı ki, devlet geçinmeleri için “kan parasını”, ihmalinin açık olduğu toplu ölümlerde verirdi.
Ve yaşamak için ölümü göze almak zorunda olan o aileler geçinmeliydi.
Mahkeme, ceza davasının ilk yargılamasında ise alt sınırdan ceza verdi.
Yargıtay bozdu alt sınırdan ceza verilmesi nedeniyle.
Yeniden mahkeme, yeniden bilirkişi.
Ve mahkeme, dinlemeyip Yargıtay’ı, yeniden uygun gördü alt sınırı.
Şimdiden 5 yıl geçti.
Şimdi sırada bir kez daha Yargıtay, yeniden mahkeme, yeniden Yargıtay ve yeniden mahkeme.
* * *
Daha geçen yaz, 10 yaşındaki çiftçi Çetin Akdoğan, Adana’da tarlaya çalışmaya giderken sulama kanalına düştü.
13 yaşındaki mevsimlik tarım işçisi Ayşe Alda ve 15 yaşındaki ablası Zehra Alda çalıştıkları tarlada sıcaktan bunalınca girdikleri 150 metre yakındaki baraj gölünde boğuldu.
16 yaşındaki tekstil işçisi Emin Halastar’ın sağ kolu ve kafası iş makinesine sıkıştı.
17 yaşındaki STFA Meslek Lisesi Elektrik-Elektronik Bölümü öğrencisi kimya işçisi Oğuzhan Çalışkan Kocaeli’nde 1 aylık stajının 3’üncü haftasında elektriğe çarpıldı.
17 yaşındaki Nurullah Yeşilyurt çalıştığı işyerinde devrilen forkliftin altında kaldı.
Hikâyeleri kısaydı, sigortaları yoktu, öldüler, isimleri hiç duyulmadı.
Birlikte ölmedikleri için yakınlarına yardım yapılmadı, evleri hiç olmadı, hayalleri zaten hiç sorulmazdı.
Ölümleri dava konusu bile olmadı.
* * *
Yılın her mayıs ayı, bazen linç edilmek istenen, bazen dilleri ile alay edilen, bazen de yarenlik edilenlerin göçü başlardı.
Kasım ayında, geri dönerdi insan kervanları.
Daha göçün ne anlama geldiğini ve neden doğduğu yerleri terk ettiklerini anlamadan yola çıkmıştı küçük Esra. İlk kez göçe katılıyordu ailesi, 5 yaşındaydı ve geride bırakılamazdı.
Esra’nın babası, ilk kez o yıl, arkadaşlarının “Daha çok para kazanırsın” sözlerine dayanamayıp, topladı tasını tarağını, Urfa’dan yola çıktı.
Ver elini Polatlı.
Çobanlık yapacak, ürünü toplayacak, kasıma kadar kalacaklardı.
Daha büyük 4 çocuğu ve küçük Esra, daha o zamandan ürün topluyor, koyunları sayıyor, işçiliği öğreniyor, “iyi bir mevsimlik işçi” nasılsa öyle çalışıyordu.
Temmuz ayı çok sıcaktı.
Esra, diğer çocuklarla birlikte Sakarya Nehri’ne yanaştı.
Kayıverdi küçücük ayakları.
Kimse duymadı ama Sakarya’da sürüklenen Esra vardı.
Kasım demişlerdi, döndüler haziranda.
Esra Dil, Akçakale’de uyuyor bir yalnız sessizlikte.
Onun da yaşamının hesabının sorulacağı bir davası hiç olmadı.
Küçük ya da büyük, erkek ya da kadın ölüme ve acılı hikâyelere, buralarda yaşayan herkes zaten alışıktı.