Bir insan, bir insana nasıl bunu yapar? Bir insan nasıl bu hale gelir de gülümser?” Otopsiden çıkan avukat, ne yapılan işkenceyi, ne Metin Göktepe’nin ölüme gülümsemesini anlayamıyordu. Oysa Metin, zulme uğrayanla ağlamış, zalimin tehditlerine hep gülmüştü...
Bütün olan bitenler, küçük kara balıkların denizlere ulaşma çabalarının hikâyesidir.
Başka bir dünyayı hayal edenler; Bitlis’te Ferhat Tepe’dir, Diyarbakır’da Musa Anter, İstanbul’da Hrant Dink’tir, Paris’te Jean Cabut, Georges Wolinski, Stephane Charbonnier...
Bütün hikâye, davalarla, tehditlerle boğamadıkları sesleri yok etmek istemeleridir.
Bazen devlet yok eder, bazen inançları pamuk ipliğine bağlı bir cani.
Bazen enseden vurur korkaklar, bazen işkencedir yöntemleri.
Ortaktır düşmanları; büyük bir deniz özlemi.
Ama yok etmeye çalıştıkça çoğalır deniz hevesi.
Bu yüzden olan bitenler aslında küçük kara balığın hikâyesidir.
Ve denizleri özleyen her gazeteci birer Metin Göktepe’dir.
* * *
“Bir insan, bir insana nasıl bunu yapar? Bir insan nasıl bu hale gelir de gülümser?”
Otopsiden çıkan avukat, ne yapılan işkenceyi, ne Metin Göktepe’nin ölüme gülümsemesini anlayamıyordu.
Oysa Metin, zulme uğrayanla ağlamış, zalimin tehditlerine hep gülmüştü.
Sivas Gürün Çipil köyündendi Göktepe.
Sekiz kardeşin, en küçüğünün bir büyüğü.
11 yaşındaydı, aile İstanbul’a taşındı.
Çok çalışkandı, hem okuyup hem çalışıp harçlığını çıkarttı.
İstanbul Üniversitesi Maliye’yi kazandı.
Öldürülen iki arkadaşı için yaptıkları boykottan hemen sonra gözaltına alındı.
Fadime ana, bitmez bir yazgıymış gibi o zaman da emniyetin kapısındaydı.
Okuya yazma bilmiyordu ama oğlunu göstermediklerinde çıkıştı polislere:
“Bana not göndersin, tanırım yazısını.”
Metin’den gelen, “İyiyim” yazısına kızı gözleriyle onay verince rahatlamıştı.
***
1992’de gazeteciliğe başladı.
1995’te Evrensel gazetesi kurulurken oradaydı.
Gazi Mahallesi’nde öldü sanılan genç kızla bulup konuşan O’ydu.
Barış isteyen Albay Rıdvan Özden’in şüpheli ölümünü anlatan eşi Tomris Özden’i uzun uzun konuşturan da.
İlk ciddi tehditlerini o dönemde aldı.
“Haber atlatma” sevincinin yanında tehdit pek hafif kalmıştı.
Metin Göktepe, gazeteciydi.
Ve o yıllarda gazeteciler her zamankinden çok daha açık hedefti.
Gazetecilerin ölüm haberleri sıkça geliyordu ama devlete ve basının önemli bir bölümüne göre onlar zaten “teröristti.”
Kasım 1995’te Taksim’de öğrenciler dövülürken, Metin, makinesiyle yanı başlarındaydı.
3.5 yaşındaki yeğeni televizyonda dayısını görünce annesi Meryem Göktepe’yi çağırdı:
“Anne, Metin dayımı dövüyorlar.”
Bir başka seferinde, yine televizyon izlerken bu kez, “Dayımı öldürüyorlar” diye bağırdı.
Göktepe, o olaylarda sadece tanıktı.
Gördüklerinin etkisiyle, kreşine gelen polisi görüp ağladığında ve polis küçük kızı, “Senin gibi cici kızları niye öldürelim?” diye kucağına aldığında, kulakları sonradan kavrayacağı gerçekle tanıştı:
“Cici” olmazsa, öldürülebilirdi.
Ve dayısının yazdıkları, çalıştığı kurum hiç de öyle sayılmazdı.
***
8 Ocak’ta bir düş gördü Meryem Göktepe.
Pırıl pırıl akan bir suda, dokunabildiği onlarca balığın arasında ellerinden kaçan küçük kara bir balık vardı.
“Hayırdır” dedi arkadaşları, “Ne güzel bir rüya?”
Meryem Göktepe’nin göğsünde ise kardeşini henüz duymadığı o saatlerde nedenini bilmediği kocaman bir ağrı.
8 Ocak 1996’da, Metin, Ümraniye Cezaevi’nde öldürülen mahkumların cenazesini izlemek için, “Mutlaka ben izlemeliyim arkadaşlar” diyerek yola çıktı.
Polis, bölgeyi barikatlarla kuşatmıştı.
Sarı basın kartı yoktu ama kurum kimliği vardı.
İki gazeteci arkadaşıyla birlikte gözaltına alındı.
Arkadaşları bırakıldı, Metin ise Eyüp Spor Salonu’ndaydı.
Gazeteci olduğunu defalarca anlattı.
Ayrı bir yere alındı.
“Gazeteciyim” diye bağırmasına rağmen coplar inip kalkmaya başladı.
Birkaç saat sonra cesedi, spor salonunun yanında bir yerlere atıldı.
Ölümünün birden fazla nedeni vardı; iç organ zedelenmesi, kırık kaburgalar, beyin kanaması.
Ama ertesi gün, o daha 28 yaşındaki ölünün kimliği açığa çıktığında, “Duvardan düşmüş” diyen polisin en inanılmaz savunmasını büyük büyük adamlar utanmadan tekrarladı.
***
Ancak bu kez, “terörist” yalanları işe yaramayacaktı.
Ailesi, gazeteci arkadaşları, avukatlar mücadeleye başladı.
Önce gazeteci olduğu, sonra duvardan düşmediği, sonra işkencede katledildiği lüzum varmış gibi tek tek kanıtlandı.
Yine de, “duvardan tuğla çekip almak” kolay olmayacaktı.
Daha mücadelenin başlarında, bir gece ablası “yanlışlıkla” gözaltına alındı.
Meryem Göktepe’ye, tutulduğu emniyette, işkenceden geçirilen erkek sesleri eşliğinde fısıldandı:
“İyi dinle, kardeşini de böyle bağırta bağırta öldürdük.”
Ertesi gün özür dilenip de bırakıldığında, polisin el koymak istediği tek şey vardı:
Metin Göktepe anısına açılan iki defter.
Elektrik kesilince fotokopi yarım kalmıştı.
Meryem Göktepe, işkence görmek pahasına defterleri bırakmadı.
Dava İstanbul’dan Afyon’a alındı.
Her duruşmada tehdit ve dayak vardı.
Ama “iyilik” bu kez kararlıydı.
İlk kez bir gazetecinin devlet tarafından işkenceyle öldürüldüğü kanıtlanmıştı.
“Bari düşük ceza verelim” dediler.
Ceza alan 6 polis cezaevinde sadece 18 ay kaldı.
Sırtlarını sıvazlayanlar ise hiç yargılanmadı.
Fadime Göktepe, oğlu için tüketti bütün yılları ve yolları.
Eskiden Metin’le hep aynı odada yatarlardı.
Geceleri Metin’in kıyafetlerine sarılıp ağladı, gündüzleri gözyaşlarını koyup kalbine isyanını anlattı.
19 yıl oldu Metin Göktepe gideli, hâlâ adalet için içine atıp gözyaşlarını, gizliyor oradan oraya koştururken dizlerinin ağrısını.
Bazen ismini değiştirse de karanlık, yenemiyor Fadime ana ve çocuklarını işte.
Paris’te Charlie Hebdo, İstanbul’da Metin Göktepe.
Bak; ne yapsan da küçük kara balıklar inadına yüzüyorlar denize.