Koşuşturuyor çocuklar.Sınava, oradan kursa, oradan spora, oradan bir başka kursa, oradan bir başkasına, oradan okula, durmaksızın koşuşturuyor.
Yanlarında bütün vakitlerini çocuklarına ayıran anneler babalar.
Büyük bir kalabalık; sahip olduklarının en önde ama herkesin önünde olması için o delice uğraşanlar.
Birini tanıyabilmek için makul ve mahzun kriterler çocuklar.
Çocuk değil sadece çocuğunu sevenler, çocukların haklarını zerrece önemsemeyenler, gücü çocuğa yetenler.
Çocukları biçimlendirip, yoğurup, yarına başka bir dünya inşa etmek isteyenler.
Sarkaçlı bir saat gibi salınıp duran, yerçekimi bir gün kendisini bir dengede tutarsa büyük bir talihle bir dengede yaşayacak, o ikiyüzlü sevginin küçük mağdurları.
Bu fotoğraftaki çocuklar birazdan ölecekler.
Birinin annesi sonradan, “Öyle az konuşurdu, öyle saftı ki çocuğum” diye anlatacak oğlunu.
Birinin babası sonradan, “Öldürüldüğü yere geldik. Her tarafta kan vardı, annesi fenalaştı, ‘burası kasap dükkanı ondan böyle’ diyebildim, ne diyeyim” diye anlatacak olay yerine ilk gelişlerini.
Önünde oturdukları fırının sahibi, “Herkes tanırdı onları, haberim olsaydı koşar gelirdim, olmadı” diye anlatacak çıraklarını.
Hiç katliam gördünüz mü?
Hayır, öyle sosyal medyadan önünüze düşen, televizyonda yayın yasağından hemen önce yayınlanan görüntüler değil.
Hiç bütün bir meydanın nasıl kan kokabildiğini gördünüz mü?
Başından ayrılmazlarsa ölülerinin uyanabileceğini, çok sarılırlarsa o kadar özlemeyeceklerini, yeterince orada kalırlarsa kendilerinin de ölüp o acıyı yaşamayabileceğini düşünenleri izlemek zorunda kaldınız mı?
Daha birkaç dakika önce halay çektiği arkadaşının parçalarını, “Deliller kaybolmasın” diye toplamak zorunda olan gençlerin gözyaşına tanıklık ettiniz mi?
O gençlerin birkaç saat sonra, “’Bu meydan kanlı meydan’ diye halay çekiyorlardı, demek ki kendileri planladı” kötülüğüne yanıt vermek isteyip de nasıl boş gözle baktığını gördünüz mü?
Kan ve insan parçalarıyla dolu, yerde kıvranan yaralılarla dolu, yardım isteyenlerle dolu bir meydana kilometrelerce öteden bile hissedilen biber gazının sıkılabilmesine inanabiliyor musunuz peki?
Bir adalet sisteminin nasıl çalıştığını anlamak için, “kimi koruduğuna” bakmalısınız.
Afiş hazırlayan 3 tane genci, poşu takan 3 tane çocuğu, slogan atan 3 tane öğrenciyi terör örgütü üyesi ilan eden bir adalet sistemi, alışık olduğu yerden sorulmadığında nasıl bir tavır alır misal.
O tavır sistematik mi?
Bir adalet sisteminin gösterenleri, ne yaptığı ve yapmadığına bakılarak anlaşılır.
Kadın cinayetinde, çocuk istismarında, palalı bir saldırıda, “hoşlanılmayan” bir partinin eş zamanlı bütün binaları yakıldığında ne yapılmadığı ve ne yapıldığı.
Zirve Katliamı davası, işte tam da böyle bir davadır.
* * *
Adli Sicil istatistiklerine göre, bir yıl içerisinde çocukların cinsel istismarı suçundan 33 bin 992 başvuru yapıldı, 17 bin 589’u davaya dönüştü. İstismar mağduru çocukların yüzde 35’i 11 yaşın altındaydı. Ve bu davaların çok azında istismar suçu hakkıyla cezalandırıldı
Türkiye’nin dört bir yanından çocukların kısık, duyulması istenmeyen sesleri geliyor.
Son birkaç gündür Bingöl’den.
Dosya vahim.
Darp edilen çocuğun şikâyeti üzerine açığa çıkan olayda, 4 kişi istismar, 1 kişi darp suçlamasıyla gözaltına alındı.
Bu isimlerden 3’ü tutuklandı.
2 ismin ise tutuksuz yargılanması bekleniyor.
Artık yargı kararıyla sabit:
17 yaşında bir çocuk, Yılmaz Eliveren, okuduğu lisenin duvarının kenarında çevresini saran zırhlı araçlardan çıkanlarca öldürüldü.
Yanında 19 yaşındaki amcası Mehmet Eliveren vardı.
O da aynı araçlardan çıkan kişilerce öldürüldü.
“Terörist değillerdi.”
Olaydan sonra bir bekçi ayarlanıp 155 aratılmış, mezarlık tarafından teröristlerin seslerinin geldiğini ihbar etmişti.
O gün, doktorlar önceden ayarlanmış, çatışmadan sonra güya bazı yaralılar tedavi edilmişti.
Ankara’nın nasıl da sıkıcı olduğunu, burada nefes alınamadığını savunanlar gelip size kentlerinin ne kadar güzel olduğunu anlatırlar.
Denizlerinin nasıl deniz, havalarının nasıl hava olduğunu.
Çıkıp da işten şöyle verdin mi yüzünü denize ya da bir martı çığlığında vapurda, bazen sadece tek bir simitle.
Anlatamazsınız başta Ankara’yı, zira yaşamaktan sıra gelmemiştir neden sevdiğinizi tasvir etmeye.
Zira bir sevgili, öyle ölesiye güzel olduğu için sevilmez ki.
Bir kitabı alıp masanın üzerinden rafa yerleştirmesini sevmişsinizdir, sadece saçlarını değil eliyle saçlarını kulağının arkasına usulca yerleştirmesini, gülümserken dudağının üzerinde oluşan küçük izi, bir izi sürüp de o ana kadar düşünemediği bir yolu aydınlık gözlerle keşfetmesini.
Bakmasını uzunca, bazen bakmamasını sevmişsinizdir. Bazen yemek yaparken öyle ağır ağır, ara ara camdan bakarak iç çekmesini.
12 Eylül ülkenin üzerinden geçmişti.
Cezaevlerinde pankart asarken yakalananlar, cezaevlerinde slogan atarken yakalananlar, cezaevlerinde gözlerinin üzerinde kaşları olduğu için yatanlar “ıslah” edilmeye çalışılıyordu.
Her sabah marşlarla başlıyor, Diyarbakır’da müdürün köpeği eşliğinde, Alemdağ’da ilk defa denenen gaz bombaları eşliğinde, Mamak’ta inip kalkma sayıları belirsiz copların eşliğinde insanlara siyah gördüklerine beyaz, beyaz gördüklerine siyah demeleri gerektiği söyleniyordu.
Kimse gördüğü renkleri dayakla, copla, ölmekle değiştirmiyordu.
O günlerde cezaevlerindeki kadınlar, dışarıdakilere, içerideyken de dünyanın kucaklanabileceğini, özgürlüğün sandıklarından farklı, odalara hapsedilemeyecek kadar büyük olduğunu anlatan kartlar, mektuplar gönderiyordu.
Kimileri, iplikle bir ağaç dikiyordu kâğıdın üzerine, kimileri bir resimle güneşli bir günü kucaklayabildiğini anlatıyordu.
Bin bir renkte, bin bir özlemle, bin bir emekle hazırlanan o kartlar ve mektupların hiçbiri 12 Eylül’ün o günlerinde sahiplerine ulaşmadı.