Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu

yuzlesme@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

12 Eylül ülkenin üzerinden geçmişti.
Cezaevlerinde pankart asarken yakalananlar, cezaevlerinde slogan atarken yakalananlar, cezaevlerinde gözlerinin üzerinde kaşları olduğu için yatanlar “ıslah” edilmeye çalışılıyordu.
Her sabah marşlarla başlıyor, Diyarbakır’da müdürün köpeği eşliğinde, Alemdağ’da ilk defa denenen gaz bombaları eşliğinde, Mamak’ta inip kalkma sayıları belirsiz copların eşliğinde insanlara siyah gördüklerine beyaz, beyaz gördüklerine siyah demeleri gerektiği söyleniyordu.
Kimse gördüğü renkleri dayakla, copla, ölmekle değiştirmiyordu.
O günlerde cezaevlerindeki kadınlar, dışarıdakilere, içerideyken de dünyanın kucaklanabileceğini, özgürlüğün sandıklarından farklı, odalara hapsedilemeyecek kadar büyük olduğunu anlatan kartlar, mektuplar gönderiyordu.
Kimileri, iplikle bir ağaç dikiyordu kâğıdın üzerine, kimileri bir resimle güneşli bir günü kucaklayabildiğini anlatıyordu.
Bin bir renkte, bin bir özlemle, bin bir emekle hazırlanan o kartlar ve mektupların hiçbiri 12 Eylül’ün o günlerinde sahiplerine ulaşmadı.
Cezaevi yönetimi, Mamak’ta tek tek mektupları kontrol edip, üzerlerini çizmek yerine daha etkili bir yöntem bulmuştu: Mektupları göndermemek.
Yıllar sonra, 12 Eylül’ü cezaevinde geçiren ve bildiği renkleri bildikleri gibi söyleyen insanlar cezaevlerinden sayıca çokça eksilerek çıktıktan yıllar sonra Devrimci 78’liler Federasyonu’na gelen biri, elindeki mektupları bırakıverdi.
Mamak Cezaevi’nin kadınlar koğuşundan gönderilen ve sahiplerine hiç ulaşmayan mektuplar yıllardır kendisindeydi.
Cezaevindeki görevi bitip emekli olduktan sonra da mektupları saklamış ve artık kendisinin de zarar görmeyeceğini düşündüğü bir aşamada sahiplerine ulaştırabileceklerini düşündüğü için federasyona teslim etmişti.
Mektuplar birkaç hafta sonra federasyon tarafından sergilendi.
Davetliler ise yazdıkları mektuplara yeniden kavuşan mahkumlar, yani mektupların ilk sahipleriydi.
30 yıl sonra onlarca kadın, onlarca mektubun sergilendiği, birbirlerini yeniden gördükleri, hüzünden öldükleri ve umutla birbirlerine sarıldıkları o gece aniden Mamak Türküsü’nü söyleyiverdi.
“Samsun asfaltında otomobiller... Ne güzeldir yollarda olmak şimdi...”
-
Cezaevi mektupları emektir.
İçine resimler, boncuktan kuşlar, kurumuş karanfiller işlenir.
Son dönemde, mektup okuma komisyonlarından geçebilmiş mektuplarda ise sıkça şikâyetler işleniyor mektuplara.
- Hacılar Kırıkkale’den yazan Kenan Dinçer, 10 saatlik sohbet hakkının sistemli biçimde kısıtlandığını anlatıyor misal.
Açık görüş, sağlık taraması, tatbikat gibi gerekçelerle sohbet saatlerinin anlamsız biçimde iptal edildiğini.
Nakledilen bir arkadaşlarına ters kelepçe uygulamasının yapıldığını, hastaneye sağlık kontrolüne bu şekilde götürüldüğünü.
Avukat görüşlerinin ses geçiren ve her yerden görülen cam kabinlerde yapıldığını, bunun için, “Cam kabinler kaldırılsın” sloganı attıklarında disiplin soruşturmasına uğradıklarını.
- Yine Kırıkkale’de yatan Ercan Yıldız da muayeneye gittiklerinde doktorlara kelepçeyi çözmeden muayene etmeleri konusunda baskı yapıldığını, açılmasını istediklerinde ise, “Sorumluluğu üstleniyorum” şeklinde tutanak imzalatıldığını.
- Gamze Eroğlu ise mahkemeye çıkarken yıllarca yaptıkları gibi yanlarına meyve suyu ve bisküvi aldıklarını, gerekçesiz biçimde buna izin verilmediğini, bu durumu protesto ettiklerinde yerlerde sürünerek hücrelere konulduklarını.
- Elbistan’dan Musa Altun çocukluğunu anlatıyor.
“İlkokulda Türkçe bilmediğimden defalarca öğretmenden dayak yedim. Bir çocuğun kaval kemiğine iskarpinle vurulur mu, elleri morarana kadar sopalanır mı, altına işeyene kadar tek ayak üzerinde bekletilir mi, kulak zarı patlatılır mı, bana yaptılar.”
21 yıldır DGM adaletsizliği nedeniyle cezaevinde olduğunu, kendisinin üç katı ceza alan Ergenekon, Balyoz sanıkları tahliye edilirken kendilerinin içeride kaldığını.
Cezaevinde Almanca, İngilizce, Rusçayı akademik düzeyde öğrendiğini, Çince ve Farsçayı artık dışarıda öğrenmek istediğini.
- Kocaeli’nden Beytullah Arslan haksız delillerle ceza aldığını, dosyasının aylarca Yargıtay’da bekletildiğini, mahkeme heyetinin suçsuzluğunun kanıtı olan görüntüleri bile izlemediğini.
- Yusuf Kenan Dinçer ve Talat Şanlı, Kırıkkale Cezaevi’ndeki içme suyunun içilebilir nitelikte olmadığını, numunenin de hücrelerden alınmadığını.
Aramada, hücrede kendiliğinden çıkan yeşilliklerin “bulunduğunu” ve bunların nasıl yok edildiğini.
- Osmaniye’den Cahid Başkara, aynı cezaevinde kalan Erkin Selanik’i anlatıyor. Selanik’in Kobani’de evini inşa etmek isterken bir roket mermisinin patlaması sonucu gözünden yaralandığını, Urfa’da tedavi görecekken gerekçesiz tutuklandığını ve tedavisi yarım kaldığından tek gözünü kaybettiğini. Tedavi olmazsa diğer gözünü de yitireceğini.
- Sincan’dan Aysun Kaşdaş, sadece dergi dağıttığı için tutuklandığını ve cezaevinde çırılçıplak aramaya, işkenceye maruz kaldığını.
-
Onlarca mektup, onlarca iddia.
İsimlerden, eylemlerden bağımsız, tanınmış haklarını kullanamadıklarını, Berkin Elvan’ın katilinin neden bulunmadığını sorduklarında ceza aldıklarını, mahkemede adaletsizliğe uğradıklarını, seslerini ne yapsalar duyuramadıklarını aktaran onlarca hayat.
“Procrust” anlatılıyor bir mektupta:
“Efsaneye göre bu haydut kurbanlarını bir yatağa yatırır, kurbanı yataktan uzunsa bacaklarını keser, yataktan kısaysa ayaklarını gererek uzatırmış. Adaletten anladıkları sadece bu.”
Kırmızı karanfil çizilmiş zarfa.
Özgürlük bir uzak mevsim, daksille silinmiş satırlarda.