Telefona bir daha baktı.Mesajın ulaştığı gözüküyordu ancak yanıt yoktu.
Sonra, onlarca mesajın ardından gece 03.30’da mesaj nihayet geldi karşıdan:
“Seni daha sonra arasam olur mu?”
Biraz rahatladı ama bir gariplik vardı.
Ne “sevgilim” demişti, ne “canım”; dümdüz, kupkuru bir mesaj.
Yine de nişanlısının anne ve babasına haber verdi.
“Rahat olun, bana mesaj geldi.”
Hrant Dink öldürüldü, Danıştay üyesi Mustafa Özbilgin öldürüldü, Rahip Santoro öldürüldü. İnsanlar öldürüldü, umutlar, adalete duyulan inanç öldürüldü. Şimdi işte mutlaka hesap sorulması gereken katiller var
Gerçekle yalanın, samimiyetle riyanın, cesaretle zavallılığının bütün açıklığıyla görülebildiği bir buruk berraklık.
Ve hasretle beklenen, soluk aldıracak bir rüzgâr.
***
Hâlâ nasılsa savcı kalabilen Ferhat Sarıkaya, meslekten ihraç edildikten yıllar sonra mesleğine dönecekti.
2010 referandumundan sonra özenle oluşturulmuş HSYK, hakkında Ankara Savcısı olarak mesleğe dönüş kararını verdi.
Dönemin bakanlarından biri fısıldadı gazetecilerin kulağına: “Yiyecek ekmek bile bulamamış biliyor musunuz yıllarca.”
Birtan Altınbaş 1991’de işkenceyle öldürüldüğünde Hacettepe Üniversite öğrencisiydi.
Öldürülmesi, gözaltına alınması, devlette işe girememesi “meşru” görülenlerden.
Öldürenler ise 12 Eylül dönemindeki işkence faaliyetlerinden dolayı “altın saatliydi”.
Ve soruşturması görev alanında olmamasına rağmen büyük hevesle üstlenen DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel.
Deliller kaybedildi, yargılanmalarına yıllarca izin verilmedi.
Devlet görevlileri “yedirilmezdi”.
1998’de Danıştay kararıyla, uzun inatlarla açılan davada, uzun yıllar sonra işkence kanıtlandı.
Uzun bir vakittir fırsat olmuyor yaz akşamlarını konuşmaya. Çocuklar hissediyor artık karanlığı iliklerine kadar, ölüyorlar üstelik. Durmadan, ait olmadıkları mücadelelerin kurbanı olarak ölüyorlar...
15 Temmuz akşamı, daha ilk saatler.
İnsanlar bir yandan ne olup bittiğini anlamaya, bir yandan yakınlarının güvenliğini sağlamaya çalışıyor, diğer yandan ne yapacağını düşünüyor.
Sokağa çıkmaya hazırlananlar, darbeye inanmayanlar, inanmayanları inandırmaya çalışanlar.
Tarifi zor bir ülke burası.
Birçok kişinin yakını siyasetçi, yakını asker.
Telefonuna gidiyor eli yanımızdaki gencin sık sık.
Darbelere yabancı olmayan Türkiye için bile, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından görülmemiş bir süreç yaşanmaya başlandı. Gözaltındakilerin sorgulanması, cezaevine konulması bile başlı başına bir sorun. Bütün bu koşullar yargısal önlemler alınmasını gerektiriyor
15 Temmuz darbe girişiminin ardından cumhuriyet tarihinde örneği görülmemiş bir süreç yaşanmaya başladı.
Darbelere hiç de yabancı olmayan Türkiye için bile bambaşka bir süreç yaşanıyor.
Sadece hükümeti devirmeyi değil bütünüyle rejimi de değiştirmeyi hedef alan, bunun için başkenti bombalamaktan, kendi halkına ateş açmaktan çekinmeyen bu yapıya yönelik adli ve idari süreçler büyük hızla başladı.
Bu süreçleri daha da hızlandırabilmek ve geri dönüşsüz uygulamalar yapabilmek için olağanüstü hal de ilan edildi.
Sadece birkaç gün içerisinde binlerce kişinin gözaltına alındığı, binlerce kişinin görevinden uzaklaştırıldığı bir süreçten söz ediyoruz. Gözaltına alınanların sorgulanması, mahkeme sorgularının yapılması, tutuklanmışsa cezaevine konulması süreçleri başlı başına bir problem. Anayasa’daki 4 günlük gözaltı süresi dün itibariyle doldu. Cezaevlerinde yer zaten yok. Bu adli işlemleri yapması gereken yargı teşkilatının neredeyse
Ankara’da çok uzun bir gece yaşanıyor. Neredeyse çatı hizasından uçan savaş uçaklarının sesleri yırtıyor başkent semalarını. Başımızı uzattığımız her noktadan, önlerinde durmaya çalışan araçların üzerinden geçe geçe tanklar geliyor. Gece, en mutsuz olduğunuz herhangi bir anı özleyecek kadar vahimdi...
Milliyet’in Ankara bürosunun duvarları savaş jetleri ses sınırını her aştığında, uçaklar Meclis’e her bomba bıraktığında yıkılırcasına titriyor.
Karşı apartmanlarda ışıklar sönmüş, televizyonlar açık.
Atatürk Havalimanı’na düzenlenen saldırıdan sonra tepkiler hem alışıldık hem ilginçti. Hayatlarının ortasında bomba patlayanların kapısı yalnızlığa kapandı, bombalara alışmış iklimlerdeki gibi pazar yerleri bombalanıp, ertesi gün yeniden pazarda hem de aynı kalabalıkla satışa başlandı. Peki “teröre inat hayatı sürdürmek” böyle bir şey miydi?
Sanki büyük ve ilginç bir kara delik varmışçasına önünde, gözünü bir saniye olsun ayırmadan aynı noktaya bakıyordu.
“Patlamada yerde oturuyormuş” dedi.
“Havuzun kenarında yerde otururken, patlama daha fazla can alsın diye bombaya yerleştirilmiş bir bilye gelmiş tam boynunun üzerine.”
Ezidi kadın, gözünün önünde tecavüze uğrayan ve öldürülen kızını geride bırakmış, gözyaşlarıyla iz bıraka bıraka Türkiye’ye kadar yürümüştü.
45 derece sıcağın altındaki yürüyüş boyunca aklında ne sıcak, ne susuzluk, ne gelecek vardı.
Sadece yardım edemediği kızı ve büyüdüğü evin önüne boylu boyunca yatan cansız bedeni.
Bir yaşam kurmanın artık anlamı var mıydı?
Kurtarabildiği diğer çocukları vardı, onları korumalıydı.
***
Savaş, öyle her zaman, sanıldığı gibi sizden hep uzakta sürmez.