Bu fotoğrafta gördüğünüz Aysel Öğüt, henüz 17 yaşındayken, annesinin, babasının, en küçüğü 2, en büyüğü 14 yaşındaki 7 kardeşinin, annesinin karnındaki doğmamış 5 aylık kardeşinin yanarak ölmesini izlemek zorunda kalmıştır.
Bu fotoğrafta gördüğünüz Aysel Öğüt, annesi, babası, kardeşleri, doğmamış kardeşi yanarak can verirken, yangını sadece izlemek zorunda kalan onlarca kişiyle birlikte bir kova olsun su dökmek istemiş ve engellenen diğer kişiler gibi yapamamıştır.
3 Ekim 1993’te Muş Korkut’a bağlı, devlet kayıtlarına göre Altunova, yaşayanlara göre Vartinis köyünde Öğüt ailesinin evi yakılmıştır.
Doğmamış bebekle birlikte 10 kişi, onlarca kişinin önünde yanmıştır.
O evle birlikte Aysel Öğüt de yanmıştır, adalet de umutlar da.
Bir kova olsun su dökmek isteyenlerin de kalpleri yakılmıştır.
* * *
Soğuk havaların sesi kısıldı şimdi.
Biraz daha öksürecekse de duyulmayacak öyle estiği gibi.
Havayı kucakladı önce cemre, şimdi suyu.
Toprağa düştü mü sonra, bahardır.
* * *
Mehmet bebeğin kararı yayımlanmış Resmi Gazete’de.
Resmi Gazete’de ne işi var bir bebeğin?
Devlet tarafından verilmiş ruhsatlı bir silahınız varsa ve o silahı örneğin size sopayla saldıran birine karşı kullanır da karşıdakini öldürürseniz haklı bir biçimde tutuklanırsınız.
Toplumsal olaylarda görev alacak polisler işte o silahı olur olmaz kullanmamaları için, “özel olarak” eğitilir.
Bizden farklı olarak, “panik olmamaları”, “silahı öldürücü biçimde kullanmamaları” gibi yığınla kural konusunda her birine tek tek özel eğitim verilir.
En zor şartlarda nasıl eğitim aldıklarına yönelik haberler yapılır.
İnsan hakları eğitimi de mutlaka ayrı bir başlıktır.
O kadar eğitime karşılık, “hata” yapılacak değil ya o silah mevzuata aykırı her kullandığında, ya öldürülen kişi kafasını mermiye doğru getirmiştir, ya ilahi bir biçimde mermi taştan sekmiştir.
Kameraların önünde,
Cenaze defnedilip, kalabalık dağılıp, kapılar kapandıktan sonra bir başka zaman işlemeye başlar karanlık evlerde.
Akrep ve yelkovan işlemez, akşam daha bir geç olur, sabah hiç.
Bazen bir şehit evidir zamanın akmadığı, bazen bir çocuk, bazen anne, bazen baba.
Hayatta kalan olmanın o derin pişmanlığı.
Çıkmayan sesini duysunlar yalnızlığı.
* * *
10 Ekim Ankara katliamı, İzzettin Hoca’nın gözleriyle kazındı tarihe.
Ali İsmail’in o sokağa girmesinin üzerinden 2 yıl 8 ay geçti. Hakikat orada, itinayla yok edilmeye çalışılan kamera kayıtlarında duruyor. Gencecik bir çocuk bir sokağa giriyor ve orada dövülerek öldürülüyor. Bu kadar net, bu kadar basit...
Ali İsmail Korkmaz, yaşasaydı, 18 Mart’ta Antakya Ceylan Sokak’taki o evde 22. yaşını kutlayacaktı.
Kutlayamadı.
Neden kutlayamadığı konusunda çırılçıplak bir gerçek vardı.
Ali İsmail, 25 Nisan 2013’te vizelerden sonra son kez geldi Antakya’ya.
1 hafta sonra Eskişehir’e gitti.
1 ay sonra “Gezi” geldi.
2 Haziran günü, ağabeyi, internetten görüntülü konuştu Ali İsmail’le.
“Gizlilik kararı” yazıyor soruşturma kaydının yanında.
Rivayet o ki Diyarbakır Sur’daki Dört Ayaklı Minare’nin ayaklarının arasından yedi kez geçenin dilekleri kabul olurmuş.
“Bu yapı tehlike arz etmektedir” yazıyor şimdi üzerinde.
Yedi kez geçilebilse ayaklarının arasından, tehlike arz etmeyecek artık belki de.
Artık minarenin hemen yanıbaşındaki çay ocağında efsaneleri dinleyebileceğiniz sohbetleri yapma imkanı yok.
Sur da yok.
Rivayet o ki, minarenin dört ayağının her biri Diyarbakır’ın bir kapısıdır esasen:
Mardinkapı, Urfakapı, Saraykapı, Dağkapı.
Yasin Akyüz, Pozantı Cezaevi’nde yatan çocuklardan biriydi. Koğuşunda korku dolu geceler geçirdi. 2009’da, yani henüz çocukların o cezaevinde istismar edildiklerini kimseler bilmezken, Akyüz, bir sabah yatağında ölü bulunuverdi. Ve hiç hoşa gitmeyebilir ama sorulmadı o çocuğu koruması gerekenlerden hesabı...
Başkentten çıkıp da yolunuzu güneye, oradan da doğuya Pozantı’ya gelirsiniz.
Önünden öylece geçip gittiğiniz bu yerde bir cezaevi vardır.
O cezaevinin duvarlarında çocukların gözyaşları.
O gözyaşlarında bir çocuğun yalnızlığı, bir başkasının korkusu, bir başkasının vazgeçmişliği vardır.
O gözyaşları duvarlar bir gün yıkılacak olsa bile orada kalacaktır.
***
Yasin Akyüz, Pozantı Cezaevi’nde yatan çocuklardan biriydi.
Babasının tabutunun yanına konulmuş küçücük bir tabutla dünyaya veda eden İrem Çiftçi, bir parkta karşılaşsa dünyanın bütün çocuklarıyla, öylece sessizce oynardı oysa. Bebeklerin dili ve kutsalı yoktur zira. Onlar oynarlar, yemek yerler, uyurlar, ağlarlar ve gülerler. Misal; 3 aylıkken öldürülen Miray bebek, ölümü de bilmez henüz yaşamayı bilmediği gibi
İrem bebeği de uğurladık.
“Şehit” yazıyor bayrağa sarılmış küçük tabutunda.
4 yaşında, “şehit”, “terör”, “çatışma” nedir bilmeden, bu dünyanın gülüşlerden ibaret olduğunu sanarak, kendini en güvenli hissettiği yerde, evinde ölüverdi İrem bebek.
Ne bilsin bombalı araç neydi, saldırı neydi, öylece gidiverdi.