Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu

yuzlesme@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ankara’nın nasıl da sıkıcı olduğunu, burada nefes alınamadığını savunanlar gelip size kentlerinin ne kadar güzel olduğunu anlatırlar.
Denizlerinin nasıl deniz, havalarının nasıl hava olduğunu.
Çıkıp da işten şöyle verdin mi yüzünü denize ya da bir martı çığlığında vapurda, bazen sadece tek bir simitle.
Anlatamazsınız başta Ankara’yı, zira yaşamaktan sıra gelmemiştir neden sevdiğinizi tasvir etmeye.
Zira bir sevgili, öyle ölesiye güzel olduğu için sevilmez ki.
Bir kitabı alıp masanın üzerinden rafa yerleştirmesini sevmişsinizdir, sadece saçlarını değil eliyle saçlarını kulağının arkasına usulca yerleştirmesini, gülümserken dudağının üzerinde oluşan küçük izi, bir izi sürüp de o ana kadar düşünemediği bir yolu aydınlık gözlerle keşfetmesini.
Bakmasını uzunca, bazen bakmamasını sevmişsinizdir. Bazen yemek yaparken öyle ağır ağır, ara ara camdan bakarak iç çekmesini.
Bütün bunları o kadar sevdiğinizi, sindirmeden iyice, o ya da siz gitmiş olmadan hem de, nereden bileceksiniz ki?
Gitmek ya da sizden gidilmesi fark ettirir.
Neyi ne kadar sevdiğiniz, en çok yoklukla anlaşılacak bir şeydir.
-
Ankara’nın kendiliğinden güzel bir yanı yoktur.
Denizi yoktur, kentten kanallar geçmez, ormanlar kucaklamaz caddeleri.
Misal Güvenpark dediğin ne ki?
Bir acayip havuz, ardında dolmuş durakları, büyükçe bir heykel.
Kumrular dediğin iki yanı ağaç, bol arabalı bir cadde.
Kuğulupark desen, tamamını turlaman üç dakika tek nefeste.
Düşünün ki akla gelen simgesi, şimdi, yıkık, viran Atakule.
-
Sık yinelediğinde bir kelimeyi, anlamsızlaşıyor o kelime.
Üzerine yüklenen anlam, gövdesinden çıkıyor harflerin.
Geriye anlamsız semboller, ruhsuz harfler yığını kalıyor.
Sık yinelendiğinde öyle yüksek sesle, tanımlanmış anlamlar, sembollere yüklenen sesler uçuşuveriyor dört yana.
Gövde bir yanda, ruh bir yanda.
İşte sevmek, öyle tanımlandığı biçimde, öyle güzel, öyle ihtişamlı, öyle bin bir medeniyetin beşiği olduğu için değil sadece.
İşte yaşadığın, içine çektiğin, kendi bildiğin gibi olduğu için seversin Ankara’yı.
Seyranbağları minibüs durağındaki gözyaşın için, o sokakta bin bir yıldır duran yırtık afişe vuran sokak lambası için, kentin içindeki bir uzak parkın önünde, “Bu mühürdür ömrümüze” denildiği için.
Gece gidecek yer kalmadığından evleri kendi evin bildiğin için, yürüyebildiğin için sokakları saatlerce, o saatleri biriktirip biriktirip usul usul kalbinde.
Balıkçı kasalarında yönünü şaşırıp bu kente gelmiş, artık denizi zerre umursamayan gri ve kirli martılar için seversin.
Bozkırın yalnızlığı ve sarsıcı çirkinliğidir gece.
İşte o yüzden de bedenini uyuşturan ayazdaki rüzgârını seversin.
İşte böyle böyle yeniden anlam kazanır kelime.
-
Ankara üst üste yığılmış, parçalanmış bedenler değildir.
Gar Meydanı, sadece Gençlerbirliği maçına ya da bir bayram günü Gençlik Parkı’na gitmektir.
Tanıdığın onlarca insanın cesetlerin önünde kendisinin ölmemesine gözyaşı döktüğü bir cehennem değildir.
Merasim Sokak, sadece kestirmedir.
En fazla 10 dakika bekleyeceğin Kızılay trafiğine girmemek için Dikmen’e oradan gidersin.
İnsanların servis koltuklarına yapışarak can verdiği bir karanlık değildir.
Ve Güvenpark, sadece kalabalık bir neşedir.
Sabahları emekçilerin alın teridir.
Öğlenleri okul kaçkınlarının geçiş noktası.
Akşamları, herkesin Ankara’sı.
Güvenpark, duraklarda birbirine karışmış ölü bedenler değildir.
Tunalı, Kuğulupark, korkularla boş bırakılacak caddeler değildir, o caddeler bizimdir.
Doğru, bir yanı makam aracı, bir yanı gri binadır Ankara.
Ama sokaklar işte, sokaklar uzaktan anlaşılmıyor, sokaklar bizimdi, bizimdir.
Anlaşılmıyor Sur yok olduğunda, Cizre’de büyüdüğün evin duvarları bütün anılarının üzerine yıkıldığında ve kan kokusuyla anıldığında bir kentin meydanı, acı, bellekleri de kavuruyor.
Ankara’yı yok ettiğinde, Ankara’da pazar mesaisinden dönen işçileri, sınavdan çıkmış liselileri, dershaneden çıkmış ortaokul öğrencilerini, daha birbirinin gözlerini yeni keşfetmiş sevgilileri yok ettiğinde, acı, “Sivil kayıplar da elbette olacaktır” cümleleriyle falan ortadan kalkmıyor.
Acı, süpürülen, belediyenin temizleyebileceği bir şey değil ki.
O yüzden kan kokusu, bir kez bulaştığı yerden hiç çıkmıyor.
-
Ankara’da yaşayan, Diyarbakır’da büyümüş yaşlı amca gözleri yaşlı anlatıyordu.
“Sur yoksa Diyarbakır yoktur, işte buralar yoksa Ankara da yoktur.”
Anılarımızı biriktirdiğimiz her sokak bozkıra değil, yitirdiklerimize açılıyor artık.
Yenilerini eklememek için gidenlere, ağzımızda sürekli o saçma, “Dikkat et” dilekleri.
Neye dikkat edeceğini bilemeyeceğinden, mutlaka sokaklara vurmalısın kendini.
“Kimse ölmesin” masum dilekleri artık fısıltı gibi.
Ve ardından hakaretler ölmüş bir başörtülüye, ölmüş bir solcu gence, ölmüş bir HDP’liye, yakınının öldüğünden habersiz isyan eden o görüntüye.
Ölüm anlamını yitirip her dakika yanında bir ihtimal olmaya başlıyor, bu kadar sık öldüğünde.