Kıyılara ölülerin vurduğu, bebeklerin ıslak saçlarıyla kumlarda nefessiz kaldığı Ege kıyılarına ulaşamayan insanların hikâyeleri de var.
Bir savaştan, bir açlıktan, bir yokluktan kaçmış insanların Türkiye’ye geldiklerinde nerelerde toplandıklarını biliyor musunuz?
Geri gönderme merkezleri.
Geriye bile dönme şansı kalmamış insanları toplayacağınız yer için ismi ancak bu kadar isabetli konulabilirdi.
* * *
Yeni yıl, herkese umutla gelmez.
Bazıları için bir enkazın tabuta konulmasıdır, yenisinden bir şey beklenmeden yapılan bir merasim.
Bazıları için yeniden başlamak.
Bir yılın bitimine sevinmek, geride kalanın yorgunluğundandır.
Yaş alıyor olmana rağmen beyaz bir sayfa gibi gelir çoğu zaman ocak.
Oysa takvim, bizi farklı bir evrene taşımaz.
Ne varsa dünden kalan, dün neyse attığın adım, aslında bugüne kalandır.
* * *
2015’in ocak ayında Ümit Kurt ve Nihat Kazanhan öldürüldüğünde Cizre’de, belli olmuştu belki nasıl büyük umutlarla girilen 2015’in kaderi de.
Yasalara göre, çocuk değildi ama, şubatta o en çocuk haliyle Özgecan Aslan öldürüldüğünde, yalancı ahlakın bütün dalgaları da vurdu surlara.
“Eteği kısaydı”, “Gece dışarı çıkmıştı”, “Orada ne işi vardı” gibi cümleler kuramayanlar, söyleyecek bir şey bulamayınca karar verdiler üzülmeye Aslan’a.
2002’de, o güzelim Mardin’de, bilmediği dille gözaltına alındığı söylendiğinde genç kadına, elbette ki başına gelecekleri az çok tahmin ediyordu.
Ama ne kadar bilseniz de nasıl hazır olabilirsiniz ki işkenceye.
Kocasıyla birlikte oturtuldukları arabada, kafasına bir çuval geçiriliverdi genç kadının.
Bilenler bilir, bu şekilde içeriye girdiğinizde yapılanlara, “hoş geldin dayağı” denir.
Emniyette, kocasının nefesi uzaklaşırken giderek, üzerine kalkıp inen yumrukları acıyla hissetti.
O acı bir süre sonra bilinçsizliğe bıraktı yerini.
Ne zaman sonra uyandığında elleri arkadan sandalyeye kelepçeli, çıplaktı.
Kelepçe açıldı, ayağa kaldırıldı.
Türkiye’de ayrımcılık nedeniyle açılmış davaların sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor; hoşgörü yurdunda savcılıklara göre hiç ayrım yapılmıyor.
Ama unutmayın, bazen, hayatınızı öylece sürdürürken, bilmediğiniz bir akşamda büyük bir kalp kırılıyor. Ve uçurumlar, sonradan toprak taşınarak doldurulamıyor...
Başınızı bir başka yöne çevirdiğinizde sadece baktığınız tarafı görüyorsunuz, doğru.
Yıllar sonra o yöne baktığınızda, o dönemde ne gösteriliyorsa onu görme avantajınız da var.
Misal bir çocuğun ölüm haberi geldiğinde bakmanıza gerek yok, yetiyor kulağınıza gelen sesler.
4 çocuklu bir annenin kapısının önünde öldürüldüğünü duyduğunuz da öyle.
“Camlara yaklaşmayın” uyarıları yapılırken, misal perdeyi kapatmak için cama yaklaşınca ölen biri için de değişmez kural.
“Olur böyle şeyler.”
Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin öldürülmesinin üzerinden iki hafta geçti.
Gizlilik kararı altında yürütülen soruşturma öylesine “gizli” ki mevzuata aykırı biçimde, ifadesi alınan polislerin isimleri bile tutanaklara yazılmıyor.
Sadece sicil numaraları yazılan polislerin ifadelerinden küçük bir bölümü avukatlara veriliyor.
Görüntüleri kare kare analiz eden, ifadeleri didik didik eden avukatlar ise hangi ifadeyi kimin verdiğini öğrenme şansına sahip değil.
Bu konudaki itirazları da sonuç vermiyor.
Adını ister iyi niyetle “tesadüfler zinciri”, ister şüpheci biçimde “skandallar zinciri” koyun, cinayet öncesi yaşananlar inanılmaz.
Hele ki Diyarbakır gibi devletin sürekli teyakkuzda olduğu bir kentte bunca “ihmalin” bir araya gelebilmesi ve şu ana kadar bununla ilgili yaptırıma gidilmemesi de anlaşılmaz.
Öldürülen Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin vaktinin büyük bölümü nasıl geçiyordu biliyor musunuz?
Bir gün Ankara’ya gelip JİTEM davasını takip ediyor, oradan Eskişehir’e gidip oradaki JİTEM davasını izliyor, oradan İzmir’e gidip bir başka davaya giriyor, kalan vaktinde Diyarbakır’da nasılsa kalmış davaları takip ediyordu.
Elçi gibi bir grup yürekli avukat ve sivil toplum örgütü temsilcisi de o kentten o kente, hiçbir güvenlik önlemi de bulunmadan sürükleniyor.
Bunların nedeni bir süredir sistematik uygulanan davaların nakli yöntemi.
O kentin güvenli olmadığı gerekçesiyle davaların nakledilmesi.
Davanın nakledildiği kentlerde yaşanmış olaylara ilişkin davaların ise başka kentlere gönderilmesi.
Ali İsmail Korkmaz davasının Eskişehir yerine Kayseri, Abdullah Cömert davasının Hatay yerine Balıkesir’de görülmesi gibi.
Yargı, 1990’lı yıllarda işlenen suçlara ilişkin davaları zaman aşımı sürelerinin dolmasına günler kala açtı.
Bu ülkede bu mesleği yapıyorsanız, hangi dönemde olursa olsun öğrenirsiniz hemen klişeleri:
“Müfettiş görevlendirildi”, “Operasyon başlatıldı”, “Gerekenler yapılıyor” ve “Toprağa verildi.”
Sokak ortasında katledilmiş, mutlaka bir selam vermişliğiniz olan kişinin cenazesinde bakarsınız çevrenize:
Sıra kimde?
Bu kez Tahir’de.
Tahir Elçi durmadan koşturdu; bir cenazeden diğerine, bir insan hakları eğitimden boşaltılmış bir köye, bir işkence mağdurunun itibar edilmeyen ifadesinin eksiksiz tutanağa geçmesi için mahkemeye, oradan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, gözyaşının aktığı her bir göze.
Bir gün sıra geleceği belliydi de onca yıl, 90’lar geçildikten sonra 2015’te...
Doğan ailesinin tek kızıydı Dilek. Anne ve babasının bakmaya kıyamadığı belinin altına kadar uzanan kara saçları vardı. Günlerce hastanede direndi Dilek, sonra son nefesini verdi. Bazı çocuklar korkmaz, gerekirse kara saçlarını da kesebilir...
Bazı çocuklar fırtınanın içinde doğarlar ve savrulmaktan kurtulmak için mücadele etmeleri ölmeleri demektir.
Bazı çocuklar fırtınaları uzak bir masalda dinleyen yaşıtları gibi korkmaz, gerekirse kara saçlarını da kesebilir.
***
Dilek Doğan’ın, anne ve babasının bakmaya kıyamadığı belinin altına kadar uzanan kara saçları vardı.
Maraş Afşin’de Serkizçay’da doğdu.
Serkizçay denilince, “sakıncalılar” dışında kimse bilmiyor şimdilerde.