Atatürk Havalimanı’na düzenlenen saldırıdan sonra tepkiler hem alışıldık hem ilginçti. Hayatlarının ortasında bomba patlayanların kapısı yalnızlığa kapandı, bombalara alışmış iklimlerdeki gibi pazar yerleri bombalanıp, ertesi gün yeniden pazarda hem de aynı kalabalıkla satışa başlandı. Peki “teröre inat hayatı sürdürmek” böyle bir şey miydi?
Sanki büyük ve ilginç bir kara delik varmışçasına önünde, gözünü bir saniye olsun ayırmadan aynı noktaya bakıyordu.
“Patlamada yerde oturuyormuş” dedi.
“Havuzun kenarında yerde otururken, patlama daha fazla can alsın diye bombaya yerleştirilmiş bir bilye gelmiş tam boynunun üzerine.”
Küçücük bir bilyeyle ölümü aklı almıyordu.
Aklı ölümü almıyordu.
Sonra gözlerini diktiği noktadan ayırdı, balkondan aşağıya, hiçbir şey olmamış gibi akıp giden hayata baktı.
Hayat onun için Ankara’da 10 Ekim 2015’te IŞİD’in canlı bombaları Gar Meydanı’nı kana buladıklarında durmuş, balkonun aşağısındakiler, yani başkaları için haber bültenindeki ölüm haberlerinden başkaca bir anlam taşımamıştı.
***
İstanbul’da Atatürk Havalimanı’na düzenlenen, 45 kişinin öldürüldüğü saldırıdan sonra tepkiler hem alışıldık hem ilginçti.
Kimisi saldırının kurbanı olabileceğini, hemen herkesin kurban olma ihtimalinin bulunabileceğini anlatıyor, kimisi birkaç saat önce havalimanından ayrıldığını söyleyip “Geçmiş olsun” dileklerini kabul ediyordu.
Kimisi, saldırıyı kimin düzenlediğini anlamaya çalışarak tepkisini ona göre vermeye hazırlanıyor, kimisi alışıldık süreçleri eleştiriyordu.
Ertesi gün açıklanan sonuçlara göre, her zaman olduğu gibi, haber bültenleri değil alışıldık programlar izlenme oranlarının birincisiydi.
Elbette böyle olmamalıydı ancak Ankara ve İstanbul’da ardı ardına yaşanan saldırılardan sonra olduğu gibi korku ve endişeden sokaklar bile boşalmadı.
“Teröre inat hayata devam etmeliyiz” mesajına bile gerek duyulmaksızın, hayat olanca normalliğiyle, hiçbir şey olmamış gibi akıp gitmeye başladı.
Kurbanların hikâyeleri anlatıldı, ertesi güne hikâyelerden birkaç cümle saklanıp, kalan bütün diğerleri unutulmuşlukların rafına saklandı.
Hayatlarının ortasında bomba patlayanların kapısı yalnızlığa kapandı, bombalara alışmış iklimlerdeki gibi pazar yerleri bombalanıp, ertesi gün yeniden pazarda hem de aynı kalabalıkla satışa başlandı.
Sonraki gün de ölümler devam etti.
Şehit haberleri, kavgada ölüm haberleri, trafikte ölüm haberleri, düşmeler, kalkmalar, baskınlar, operasyonlar.
Her şey her gün hiçbir şey olmamış gibi devam etti.
Peki “teröre inat hayatı sürdürmek” böyle bir şey miydi?
***
Bazı toplumlarda yas tutmak, ölenle birlikte bir süre de olsa gözlerini kapatmaktır.
Acının ve kederin sahibi, önce başına geldiğine inanamaz, sonra hissetmemeye, uyuşmaya başlar, sonra durmaksızın kaybettiğini geri ister, ardından çaresizliğini kavrar ve sonra hayat farklı bir yolda ama olağanlığıyla akmaya devam eder.
Bir de bütün bunların yaşanmadığı, patolojik, travmatik, ertelenmiş bir yas hali vardır.
Acının yok sayıldığı, tepki verilmediği, yas tutmaya ilişkin hiçbir sürecin yaşanmadığı, acının bütün olarak olağanlaştığı.
Toplumlar da insanlar gibi yaşar ya da yaşamaz bu süreçleri.
Yas tutulamayan toplumlarda ise hastalık başlar.
Bireyden farklı olarak toplumların ortak yas tutamadığı haller de vardır.
Judith Butler, yas tutmanın bile ayrımcılığa dönüştüğü bu toplumları incelerken “ötekinin yasını tutmamak” durumunu anlatır.
Kimin insan sayıldığını, kimin hayatının topluma “değerli” diye sunulduğunu ve yok sayılan “ötekinin acısını.”
Benzer travmaların tekrar tekrar yaşandığı, yas tutmaya vaktin kalmaması bir yana, yas tutmanın ihtiyaç olmaktan çıktığı, herkesin her an benzer bir saldırıyla karşılaşabileceğini düşündüğü toplumların hastalığı da sadece “öteki” konumundakinin değil, başkasının da yasını tutamamaktır.
Acı; hayatın artık üzerinde öyle bir durulup geçilen, olağan bir parçasıdır.
Ancak yüzleşilemeyen her acı, o toplumun aslında açık yarasıdır.
Bu yüzden Şili ve Güney Afrika gibi ağır travmalar yaşamış toplumlarda, hastalıklar, mağduru dinleyerek aşıldı.
Bıkmadan usanmadan, “ama” ile başlayan cümle kurmadan, anlaşıldığını ve yalnız olmadığını hissettirerek.
Bir tarafı tutarak, diğerlerini yok sayarak, üzerinden şöylece bir kınayıp geçerek değil, haftalar, aylarca dinleyip, bütün bir topluma yaşananları bütün çıplaklığıyla anlatarak.
***
Balkondan aşağıya doğru baktı.
“10 Ekim’den sonraki her saldırıda, her patlamada acımı bir kez daha baştan yaşadım” dedi.
Hayatın akıp gidebilmesine şaşkındı.
Elbette yine güneş doğacak, insanlar çalışacak, sokaklar mutlaka dolmalı ve dolacak, yine akşam olacaktı.
Ama baş etmek, üstesinden gelmek, paylaşmak böyle mi olmalıydı?
Böyle olmuştu.
Balkondan bakan gözlerin hayatı bir tarihte durmuş, aşağıda ise hayat akıp gidiyordu.