Oğlumla yeni yıl öncesi annemi ziyarete Ankara’ya gidiyoruz. Atatürk havaalanındayız. THY’den biniş kartlarımızı alıyoruz.
Etrafımızda bir sürü genç. Hepsi, ellerinde çantaları, yüzlerinde şaşkınlık, biniş kartlarını almaya çalışıyorlar.
Çoğu, belki de hepsi, hayatlarında ilk defa uçağa biniyorlar. Hepsi de, belli, yoksul gençler. Askere gidiyorlar.
Çocuklarımız ölmesin
Oğlum, üniversite ikinci sınıf öğrencisi. 1993 doğumlu. Bu gençlerle aynı yaşta. Oğluma bakıyorum, bir de askere giden, aynı yaştaki etrafımdaki gençlere. Bilmedikleri bir yerde askerlik yapmaya giden gençlere, yoksul gençlere.
Askerliğe giden gençler...
1990’larda Türkiye, zayıf koalisyon hükümetlerinden çok çekti. Darbeler, siyasi cinayetler, mafyalaşma, yolsuzluklar, ekonomik kriz, PKK’yla savaş, Kürt sorunu; Türkiye’nin üzerine kara istikrarsızlık bulutları çökmüştü. Siyasi partilere ve liderlere güven sıfırdı.
2010’larda, tam tersi bir durum yaşıyoruz. Çok güçlü bir hükümetimiz var; çok güçlü bir başbakanımız var. Tek parti, egemen parti olarak Türkiye’yi yönetiyorlar. Ama, Türkiye hala istikrarsız olmaya devam ediyor. Bu sefer de aşırı güç yoğunlaşması istikrarsızlık yaratıyor, toplumun üzerine çöküyor.
2010’larda Türkiye, şüphesiz ki, 1990’lardan çok farklı. Ama, demokrasi karnemiz, o gün olduğu gibi bugün de zayıf. Demokrasimiz, sınırlı ve otoriterleşme eğilimleri taşıyan bir demokrasi.
Demokrasi karnesindeki zayıflık
2002-2010 döneminde, AK Parti, kendisini merkez sağ olarak tanımlayarak, muhafazakar demokrat kimliği üstlenerek ve AB bütünleşme süreci içinde, Kopenhag siyasi kriterleri temelinde toplumu yönetmişti. Bu dönemde Türkiye, başarılı bir demokrasi karnesine sahip olmuştu.
Fakat özellikle, 2011’den itibaren, AK Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın, merkez sağ ve muhafazakar demokrasi kimliğinden
2012 yılını bitiriyoruz. Bu yılın muhasebesini yaptığımız zaman, ortaya çıkan önemli öğelerden biri de, şüphesiz ki “demokrasi karnemizdeki başarısızlık”. 2012’de demokrasi sorununu konuştuk. 2013’te de bu sorunu konuşmaya devam edeceğiz.
Dönüşüyor ama demokratikleşemiyoruz
Doğru; demokrasi sorunu sadece bugünün sorunu değil. Dün de vardı. 1945’te demokrasiye geçen Türkiye, yaklaşık son yetmiş yılda, önemli kazanımlar elde etti. Ama demokrasisini güçlendiremedi, kurumsallaştıramadı, içselleştiremedi. Demokrasi, bugün hala “kasabada tek oyun” değil.
Türkiye sivilleşti. Artık, asker-sivil ilişkilerinde ibre, olması gerektiği gibi sivil alanın yanında.
Ama, sivilleşme demokrasiyi güçlendirmedi.
Türkiye, çok büyük bir dönüşüm sürecinden geçiyor; ekonomisi büyüyor, kentleşiyor, küreselleşiyor, toplumsal ve sınıfsal yapısı değişiyor; orta sınıflaşıyor.
Ama, dönüşüm demokrasiyi güçlendirmiyor.
Bu sene 31 Aralık sadece bu yılın son günü olmayacak.
Aynı zamanda yeni anayasa süreci, inanılmaz ama gerçek, büyük bir ihtimalle bitmiş olacak.
31 Aralık 2012; siyasi partilerimizin yeni anayasa yazımını bitirmek için kabul ettikleri son gündü.
31 Aralık günü, yazım bitmemiş olacak. Siyasi partilerimiz, önemli hiçbir konuda anlaşamadıkları için, yeni anayasayı yapmada başarısız olacaklar.
CHP, BDP, MHP, süreyi Mart 2013 sonuna kadar uzatırım diyecekler.
AK Parti’yse, “uzlaşma olmuyor, bu komisyon bu metni bugüne kadar yazamadı ve yazamayacak” diyerek, komisyonun devam etmemesi gerektiğini söyleyecek.
Daha önce, Mehmet Ali Şahin ile konuşmuştum. Geçen hafta sonu, Bekir Bozdağ ile de uzun bir konuşma yaptım.
“İşte bu kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, o geliyor sizin önünüzde bir engel olarak dikiliyor”. “Yasama, yürütme, yargının bu ülkede öncelikle bu milletin menfaatini düşünmesi lazım ve ardından da bu devletin menfaatini düşünmesi lazım”. Başbakan Erdoğan, Şeb-i Arus törenlerinden önce Konya’da konuşuyor. Televizyondan defalarca dinliyorum bu cümleleri.
Bence, Başbakan Erdoğan’dan, sistem tartışmaları içinde duyduğumuz en eleştirel ve net çıkışlardan biri. Önemle üzerinde durulmalı.
Kuvvetler ayrımı
İlk önce Kuvvetler Ayrımı noktasına eğilelim. Başbakan çok iyi biliyor ki; Siyaset Bilimi içinde, “asgari ölçüt” olarak, eğer bir ülkenin yönetim sisteminde,
Kuvvetler Ayrımı varsa, demokrasi vardır;
Kuvvetler Ayrımı birazcık varsa, otoriter rejim vardır;
Arap Baharı, en genelinde, bir değişim süreci. Kendi kendilerine değişemez diye tanımlanan halkların değişim mücadelesi. Daha fazla din, daha fazla ideoloji ya da daha fazla tek adam liderliği v.b. gibi taleplerin değil; aksine, daha fazla iş, daha fazla insani güvenlik, daha fazla refah, daha fazla iyi ve adil yönetim taleplerinin halk tarafından seslendirildiği bir değişim süreci.
Gerçeklerle yüzleşme
Ama, değişim kolay değil. Uzun ve acı dolu bir süreç. Tunus ve Mısır’dan sonra, Libya’da da bu gerçekle karşılaştık. Çarpışmalar, ölümler, linçler; bize Arap Baharı’nın acı ve karanlık yüzünü gösterdi. Romantizmin gerçeklerle yüzleşmesini ortaya çıkarttı. Suriye’deyse, gerçeklerin ne kadar acı ve trajik olabileceğini gördük.
Her gün Esad rejimi tarafından öldürülen insanlar, yok edilen aileler... Direnen halka karşı acımasızca yapılan saldırılar. Ölümden kaçan insanlar. Başta Türkiye ve Ürdün, evlerini bırakıp sınır ülkelerine başlayan göç. Ölümle göç arasında karar vermeye zorlanan, sayıları, sadece Türkiye’de 140 bini geçmiş insanlar.
Esad rejimi gitmeli, bu insan acısı bitmeli; Suriye’de yaşanan, “uluslararası boyutta bir insani krizdir” serzenişleri... Türkiye
Bugün, Kürt sorunu temelinde belli konularda toplumsal ve siyasal bir uzlaşma noktasına geldik.
Birincisi, Kürt sorunu Türkiye’nin en temel, aynı zamanda da en baş ağrıtıcı ve korkutucu sorunu. Bu sorun çözülmedikçe, ne demokraside, ne ekonomide, ne birlikte yaşamada, ne de toplumsal güvende ileri gidebileceğiz.
İkincisi, PKK sorunu Kürt sorununun bir sonucudur. Ama bugün, Kürt sorunu ve PKK sorunu ilişkili olmakla birlikte, ayrışmış durumdalar. Kürt sorunu, ekonomik, siyasal, kültürel, jeopolitik nedenleri olan, ama özünde bir kimlik ve tanınma sorunu. PKK sorunuysa, şiddet ve korku yaratmak yoluyla güç kazanma sorunu ve bugün geldiği noktada da terör sorunu.
Demokrasi güçlendirilmeli
Üçüncüsü, sevgili Tarık Ziya Ekinci’nin sürekli ve haklı olarak vurguladığı gibi, Kürt sorunu, esas itibariyle Türkiye’de demokrasinin zayıflığı ve eksikliğinin bir boyutu. Bu nedenle de çözümü demokrasimizin güçlendirilmesinde aranmalı. Bu doğru. Ama, başka bir doğrumuz daha var. PKK’nın silah bırakması, Kürt sorununun çözümünü siyasal alana bırakması ve bir aktör olarak geri çekilerek BDP’yi ön plana çıkartması, sadece demokrasinin güçlendirilmesi ve demokratik müzakereyle mümkün
Türkiye demokrasi alanında başarılı bir sınav vermiyor. İleriye gitmek ya da güçlenmek yerine, demokrasimiz durağanlık içinde.
Türkiye: Özgürlükler Evi’nin senelik yaptığı Demokrasi sıralamasında, özellikle Özgürlükler ve Siyasal Haklar alanlarında, 7 üzerinden 3.5 puan alabiliyor;
Economist dergisinin, Demokrasi sıralamasında, 167 ülke içinde 89’uncu sırada;
Dünya Adalet Projesi’nin, Hukuk Devleti sıralaması içinde, Temel Hak ve Özgürlüklerin Korunması alanlarında, 97 ülke içinde 76’ncı sırada ve Hükümet’in sorumluluğunu yerine getirmesi alanında da, 86’ncı sırada;
Birleşmiş Milletler kuruluşu UNDP’nin İnsani Kalkınma sıralamasında, 169 ülke içinde 83’üncü sırada;
Cinsiyet Eşitsizliği sıralamasında, 138 ülke içinde 77’nci sırada ve Yale Üniversitesi Çevre Koruma Performansı sıralamasında, 132 ülke içinde 109’uncu sırada; zayıf performans gösteren ülkeler içinde yer alıyor.
Dolayısıyla, dönüşen, ekonomi ile dış politika alanlarında aktif ve küreselleşen Türkiye olgusu, demokrasi ve insani kalkınma alanlarına yansımıyor. İlerleme ve güçlenme gereksiniminde olan, “sınırlı, melez, otoriterleşme eğilimleri içeren” bir demokrasimiz var.