1990’larda Türkiye, zayıf koalisyon hükümetlerinden çok çekti. Darbeler, siyasi cinayetler, mafyalaşma, yolsuzluklar, ekonomik kriz, PKK’yla savaş, Kürt sorunu; Türkiye’nin üzerine kara istikrarsızlık bulutları çökmüştü. Siyasi partilere ve liderlere güven sıfırdı.
2010’larda, tam tersi bir durum yaşıyoruz. Çok güçlü bir hükümetimiz var; çok güçlü bir başbakanımız var. Tek parti, egemen parti olarak Türkiye’yi yönetiyorlar. Ama, Türkiye hala istikrarsız olmaya devam ediyor. Bu sefer de aşırı güç yoğunlaşması istikrarsızlık yaratıyor, toplumun üzerine çöküyor.
2010’larda Türkiye, şüphesiz ki, 1990’lardan çok farklı. Ama, demokrasi karnemiz, o gün olduğu gibi bugün de zayıf. Demokrasimiz, sınırlı ve otoriterleşme eğilimleri taşıyan bir demokrasi.
Demokrasi karnesindeki zayıflık
2002-2010 döneminde, AK Parti, kendisini merkez sağ olarak tanımlayarak, muhafazakar demokrat kimliği üstlenerek ve AB bütünleşme süreci içinde, Kopenhag siyasi kriterleri temelinde toplumu yönetmişti. Bu dönemde Türkiye, başarılı bir demokrasi karnesine sahip olmuştu.
Fakat özellikle, 2011’den itibaren, AK Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın, merkez sağ ve muhafazakar demokrasi kimliğinden yavaş yavaş uzaklaştığını ve söylem ile yönetim pratiğinde, millet, muhafazakarlık, ahlak, din, tarih, kültür, ecdad v.b. gibi kavramları toplumun tüm kesimlerine empoze etme isteğini gördük.
“Dini, ahlaki, manevi bir yeni topum hayali” sıklıkla seslendirilmeye başlandı.
Ekonomik olarak başarılı, çalışkan, ahlaki ve milli değerleri yüksek toplum anlayışı, giderek çoğulcu, çok kültürlü ve haklara ve özgürlüklere sahip bireylerden oluşan toplum anlayışının önüne geçti.
Başbakan, bir yönetici değil, bir “baba” olarak konuşmaya; Türkiye’yi de çoğulcu ve bireylerden oluşan bir toplum olarak değil; fakat “büyük bir aile”, organik bir topluluk olarak görmeye başladı.
Millet bireyin, birlik farklılığın, ahlak hak ve özgürlüğün önüne geçti.
Çalışkanlık, hizmet, bağlılık yükselen değerler oldu.
Bu bağlamda, kabul etmeliyiz, Türkiye büyük bir toplumsal dönüşüm yaşamaya başladı. Ekonomide başarılı olundu. Başta sağlık ve eğitim alanlarında, topluma önemli hizmet götürüldü. Dış politika aktifleşti.
Türkiye kentleşti. Orta sınıflaştı.
Ama, bu başarı demokrasiye yansımadı. Demokrasi alanında, sınırlı yapı devam etti.
Dahası, AK Parti ve Başbakan güçlendikçe, sınırlı demokrasi de otoriterleşme eğilimleri de güçlenmeye başladı.
Kraldan çok kralcılık ve Ankara kriterleri
Başbakan çok güçlü ve gücünün toplum içindeki yansımalarını çok iyi hesap etmeli. Her sözünün kendisinin bile hesaplayamayacağı sonuçları olabiliyor.
İki alanda, Başbakan’ın gücünün toplumdaki yansımalarının ne kadar sorunlu olabileceğini görüyoruz.
Birincisi, kraldan çok kralcılık.
Başbakan, ODTÜ’yü eleştiriyor. Bir sürü üniversitenin rektörü de, kraldan daha kralcı bir davranışla, ODTÜ’yü kınıyorlar. Üniversiteler bölünmüş oluyor.
Başbakan, bir diziyi eleştiriyor. Kraldan çok kralcılar, suç duyurularında bulunabiliyor, “manevi değerleri koruma yasa tasarıları” hazırlayabiliyorlar.
Örnekleri rahatlıkla artırabiliriz.
İkincisi, Ankara kriterleri. Ne zaman, AK Parti ve Başbakan, AB sürecinden koptular ve demokrasi alanında Kopenhag kriterleri yerine, Ankara kriterlerini uygulamaya başladılar, Türkiye demokrasi havzasından çıkıp, demokrasi karnesinde başarısız olmaya başladı. Ankara kriterleri, Türkiye’ye yaramıyor. Türkiye’de otoriterleşme, içe kapanma ve muhafazakarlaşma eğilimlerini artırıyor. AK Parti’yi merkez sağdan ve muhafazakar demokrasiden çıkartabiliyor. Türkiye’yi, postmodern otoriterliğe itebiliyor.
Bu nedenle de 2013’te Türkiye’nin AB sürecine ve Kopenhag kriterlerine hızla dönmesini talep etmeliyiz. Ahlakın, iyi toplumun kaynağını, haklarda, özgürlüklerde, dolayısıyla demokraside aramalıyız. Güç yoğunlaşması, çoğunluk ve mili değerler temelinde bir toplum yönetimini değil; aksine, ekonomik başarıyla demokratik toplumu birleştirme çabasında olmalıyız. Unutmayalım; zayıf koalisyon hükümetleri ya da aşırı güç yoğunlaşması değil, demokratk toplum yönetimi Türkiye’yi daha istikrarlı yapıyor.