ANAYASA kitapçığı havada iki takla attıktan sonra yere düştüğünde, ortama hakim olan sessizliğin, aslında büyük patlama öncesi yaşanan sessizlik olduğunu, herhalde orada bulunanların hiçbiri aklına getirmemişti.
Sadece iki gün geçti aradan.
Ve 21 Şubat 2001, tarihe “Kara Çarşamba” olarak geçti.
O yıllarda İzmir Fuarı’nı yönetiyordum.
İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş ziyaretime gelmişti. Telefonda repo pazarlığı yapıyordu bankalarla.
“Olacak şey değil. Daha fazlasını istemeye utandım” dedi.
Ekrem Demirtaş, İzmir Ticaret Odası’nın mevduatını yüzde kaç binle bağladı, hatırlamıyorum ama o gün repo faizinin yüzde 7 bin 500’ü bulduğunu çok iyi biliyorum.
BAZI kitapları yeniden okumak, en azından gözden geçirmek gerekiyor. Çünkü yazıldığı dönemde dikkat çekmeyen ayrıntılar, aradan yıllar geçtikten sonra çok daha fazla önem kazanabiliyor.
Soner Yalçın’ın 1994 yılında yayımlanan “Hangi Erbakan” adlı kitabı da bunlardan biri.
Misal, kitap yazılırken Recep Tayyip Erdoğan, Refah Partisi’nin İstanbul İl Başkanı’ydı henüz.
Ve eğer müthiş bir muhteris değilse, o tarihte “yeni bir parti kurma” fikrinin zerresine dahi sahip değildi.
Kader işte.
Kendisine iktidar yolunu açan gelişmelerden biri 26 Mayıs 1990 günü yaşandığında, Erbakan’ın prenslerinden biri olarak, Erdoğan belki de fena halde kızmıştı olanlara.
Çünkü...
KAMUOYU araştırmaları yağmur gibi yağıyor.
Kimi için sağanak biçiminde...
Kimi için ise “dolu” misali, hem de ceviz iriliğinde!
O yüzden moraller bozuluyor, canlar sıkılıyor.
“Olanla, ölene çare yok” demişler.
Öyle ya:
Eğer kaderde varsa üzülmek...
BAŞBAKAN Erdoğan, Katar’da... TBMM Başkanı Şahin, Bahreyn’de...
Ne var bunda?
Başbakan, Katar’a giderse; Meclis Başkanı da Bahreyn’e gider...
Hepsinin yolu açık olsun da, mesele Katar veya Bahreyn değil.
Mesele...
Kim, nereye, neden gidiyor?
Başbakan, her yere gider, gitmeli de. Hatta bakanlar ve Cumhurbaşkanı da öyle...
BÖLÜCÜBAŞI Öcalan, 15 Şubat 1999’da Kenya’da yakalandığında, Türkiye derin bir nefes aldı.
Herkes terörün biteceğini, ülkenin huzura kavuşacağını sandı.
O gün bugün, geldik 15 Şubat 2010’a.
Olmadı.
Ne terör bitti.
Ne huzur geldi.
İşler düzeleceğine, iyice karıştı.
GENELKURMAY Başkanı Başbuğ’un “Galiba biz bir hata yaptık. Teknolojiden istifade ederken, teknolojiyi kullanırken, güvenlik zaafları da, sorunları da katlanıyor. Galiba biz teknolojiyi TSK içinde fazla yaygın hale getirdik” demesi üzerine... “Acaba” dedim:
“Biz de hata mı yaptık?”
19 yıl önceydi. Genelkurmay Başkanlığı stratejik bir açılım yapma kararı almış, kapılarını medyaya açmıştı. Ankara’dan yola çıkacak, Malatya, Diyarbakır, Batman, Siirt, Midyat, Habur hattında uçak, helikopter ve zırhlı araçlarla dolaşacaktık.
ABD’nin Irak’a düzenlediği ilk operasyon sona ermiş, gergin bekleyiş sürüyordu sınır boyunda. Askerlerimiz sahra çadırlarında, nöbet başındaydı. Onlarla konuşacak, karavanaya kaşık sallayacaktık.
İşte o günlerdi... 6-8 Mart 1991.
* * *
Program uyarınca ilk durağımız dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in odasıydı. İkram ve muhabbet faslının ardından, dediler ki:
BİR insanın... Hatta bir ülkenin düştüğü durumu anlamaya, bir tek cümle yeter mi?
Bazen yetiyor.
Tıpkı şu cümle gibi:
“Bostancı’da oturan R.S. (19), internet üzerinden tanıştığı ve 800 TL karşılığında cinsel ilişki için evine çağırdığı F.K. ile O.K. tarafından tecavüze uğradığını ve gasp edildiğini söyleyerek polise müracaat etti.”
Peki, ne öğrendik şimdi?
Genç bir kadın, internet üzerinden “tanımadığı” kişilerle “aracısız” ilişki kurmuş.
Yüzlerce film izledim, yüzlerce roman okudum.
MİLLETVEKİLLERİ tekme-tokat birbirlerinin boğazına sarıldığı için meselenin özü de, o kavganın kurbanı oldu.
“Öz” neydi?
AKP’li bir yöneticinin, Başbakan Erdoğan için “İkinci Peygamber” demesi ve Başbakan’ın bu yakıştırmayı “zımnen” kabullenmesi!
Peki.
Gerçekten bu laf edilmiş miydi?
Evet.
Ne zaman?