Biri tiyatro diğeri performans (dans) grubu... Her ikisi de hem temsil ettikleri disiplinlerin sınırlarını zorlayarak, hem farklı anlatım biçimlerine göz kırparak benzersiz işler çıkarıyorlar
Tork, çağdaş dansçılar Tan Temel ve Sernaz Demirel’in kendi bağımsız performanslarını üretmek amacıyla kurduğu bir oluşum. Dot Tiyatro’dan Murat ve Özlem Daltaban’ın desteğiyle gösterilerini Gmall’daki sahnede sergiliyorlar. İkilinin hazırladığı ‘İzole’, alışıldık bir dans gösterisi değil; duvarları yıkmaya, sınırlarını aşmaya çalışan bir kadın ve bir erkeğin alınlarından ter damlayarak, vücutlarını paralayarak ortaya koydukları bir proje... İkili, aynı zamanda Dot Tiyatro’nun mükemmel oyunu ‘Süpernova’ için oyuncuları fiziksel olarak hazırlamaktan da sorumluymuş. Şimdi farklı bir beden hikayesi üzerinden bize sıkıştırılmışlığımızı, yeniden keşfin hem zorluğunu hem de heyecanını anlatıyorlar. Berkun Oya’nın kurduğu Santralistanbul’daki KREK’in ise neredeyse her projesi, tiyatroseverlerin akınına uğruyor. Geçen günlerde bir polisiye hikaye olan ‘Bayrak’ adlı oyunlarını izledim. Oyunun ilk
20 dakikası film; sonrası camın ardındaki sahnede oynanıyor. Kulağınızda
Sapanca Gölü’nün kıyısında, kestirmeden zayıflayıp forma girmek için üç gecelik kısa bir kaçış fikri size de hoş gelmiyor mu?
Hazirana dek bedenini yaza hazırlamak, uzun ve hareketsiz günlerin ardından kış uykusundan uyanmak isteyenler için önerilere devam... Ben Dukan rejimi terminolojisiyle ‘atak’ saldırılara vücudun mükemmel karşılık verdiğini düşünenlerdenim. O yüzden kısa süreli ‘asker kampı’ (boot camp) modeli paketlere de sıcağım. Richmond Nua Wellness SPA’nın 5-8 Nisan tarihlerinde yapacağı Bikini Kampı, işte bunlardan biri... Paketteki ‘Slim’ program, detoks-pilates yoğunluklu bir paket. ‘Thong’ programında şu sıralar kadınların bayıldığı, bölgesel yağ yakma yöntemi olan Hypoxi makinası devreye giriyor. Benim gibi spor yapmadan form tutulacağına inanmayanlar içinse ‘Beauty’ programını kurgulamışlar.
Şu herkesin bahsettiği Hypoxi
Bir kısım arkadaşımın mucizesine bel bağladığı Hypoxi terapiyi denemek üzere Nişantaşı City Sun Hypoxi’deyim. Merkezin İstanbul’un dört köşesine yayılmış şubeleri var. Belli ki işler de yolunda; orada kaldığım bir saat içinde kadınlar akın akın merkeze geliyor. İlk önce astronot gibi kıyafeti yardımla giyip uzanıyorum. İnce borular
İstanbulluların önünden geçerken hep içini merak ettiği Perili Köşk’ü restore edip hem de dünya çapında sanat eserleri eşliğinde görmemize olanak veren Borusan’ın vizyonunu takdir etmemek mümkün mü?
Rumeli Hisarı’nda esas adı Yusuf Ziya Paşa Köşkü olup Perili Köşk diye bilinen bir güzide bina vardır. 30 yıldır kullanılmayan, yolu Boğaz’a düşen İstanbulluların merakla baktığı bu binayı Borusan Holding alıp yönetim merkezi olarak kullanmaya başladı. Bu kalibrede bir şirketin, rakipleri gibi Maslak’ta yükselen ‘bilmemne plaza’ yerine tercihini İstanbul’da yaşıyor/çalışıyor olduğunuzu damardan hissettirecek bir mekanı seçmeleri, bence bir zevk ve görgü meselesi, aynı zamanda... Şehrin muhtemelen viraneye dönüşmesi muhtemel anıtsal bir yapısını ‘kurtarmakla’ kalmamış Ahmet Kocabıyık ve ekibi. Bir de Asım Kocabıyık’tan gelen koleksiyonerlik geleneğiyle hayli genişlettikleri çağdaş sanat eserleriyle de binayı donatmışlar.
Manzara büyüleyici, eserle de
Her katta ilk önce karşınıza çıkan olağanüstü İstanbul manzarası karşısında afallıyorsunuz. Sonra neredeyse her oda için düşünülerek yerleştirildiği belli resimleri, heykelleri, enstelasyonları incelemeye dalıyorsunuz.
İstanbul’un tek tasarım parfüm butiği La Dèesse’de adını kendi koyduğum bir parfüm yarattım. İçinde frezyanın da Chanel 5’in aldehitlerinin de olduğu ‘Le Soleil d’İstanbul’ adlı parfümüm, hoş ve boş bir koku oldu...
Bir oda düşünün. Sıra sıra bildiğiniz tüm parfümlerin esanslarıyla dolu... La Dèesse’nin ortaklarından ‘burun’ Ilgım S. Deliloğlu söze hangi kokuları sevdiğimi sorarak girdi. Gül kokusunu hiç sevmediğimi söyleyip, Yves Saint Laurent’in ‘Paris’ini beğendiğimi söylediğimde bir terslik olduğunu anladım! “Ha bir de Chloe’nin Love kokusunu seviyorum” diye atladım, Ilgın Hanım ve ortağı Birgül Ulucan Öztürk, iyice bıyık altından güler oldular! Zira iki kokunun da temel notalarındanmış gül! Zaten iş “Şunun kokusunu severim, şunu sevmem...” demekle de hiç bitmiyormuş! Bir parfümü ilk kokladığımızda duyduğumuz üst notalarmış; karakterini, kalıcılığını veren ise dip notalar...
Ağır koku sevmem ama...
Dip, orta ve üst notalar için benim çelişen(!) yorumlarına göre ayıklamalar yapıp önüme esansları koyuyor Ilgın Hanım... “Ağır koku sevmem” diyorum, bir bakıyorum amber seçmişim! Bu şuursuzluğun herkesin başına geldiğini söyleyip beni yatıştırıyorlar. Güle oynaya,
İstanbul’un her seferinde farklı hoşluklarla karşılaştığınız, sürprizli mağazalarına şimdi bir de Kağıthane eklendi
Kağıthane mağazaları uğruna, imtinayla kaçındığım ‘keyifli bir mekan’ klişesini kullanmak durumundayım! Karaköy’de, Galata’da ve Nişantaşı’nda şubeleri bulunan Kağıthane, grafiker Emine B. Tusavul’un kendi kadrosunu dört yıl kurgulayıp iki ayda hale yola koyduğu projesi... Kırtasiye ve özellikle kağıt sevenlerin asla eli boş çıkamayacağı mağazada, ayrıca farklı imzaların, markaların da sadece buraya özel yarattığı tasarımlar bulunuyor. Hepsi yüzde 100 Türk malı. Oyun, bloknot, Amerikan servis, düşünülerek yapıldığı çok belli bir kitap ve dergi seçkisi... “En çok neyi sevdin?” derseniz... Dikkatimi ilk başta kağıt ve ahşap kullanılarak hazırlanan takı çekmeceleri ve santimetre markalı el yapımı porselenler çekti! Ardında Tulya Madra gibi bir duayenin olduğunu öğrendiğim bu incecik, matrak renkli porselen mutfak malzemelerinden hangisini alacağımı kestiremedim! Hediye olmak için de hem çok zevkli hem de makul fiyatlı bu Ayvalık menşeili porselenler... Vaziyet anlaşılmıştır; santimetre ürünleri dahi tek başına Kağıthane mağazalarına uğramak için bir
Bilgisayar ekranından 5 bin euro’ya trençkot satabilmek için işte böylesine şık ve artistik bir siteye ihtiyaç var!
Dünyadaki onca lüks markası içinde sofistikeliği, geleneği ve duruşuyla kastın en üstünde yer alan az sayıda isim var. Fiyatları, indirimde Prada çanta alıp da kendini lüks müşterisi zanneden fanilerin pek erişemeyeceği seviyelerde. Zaten kitlelerle buluşmak gibi kaygıları yok ve ilginçtir, dünya ekonomisi tepetaklak gittikçe bu markalar daha da güçleniyor. İstinye Park’ta mağazası bulunan Loro Piana gibi. 19’uncu yüzyılda yün tüccarı olarak tekstil işine giren Loro Piana markası, bugün dünyanın en iyi kaşmirini, merinos yününü kullanmasıyla tanınıyor. Aile altı jenerasyondur işin başında. Mağazaları sadece kendi müşterilerini bekler gibi görünen Loro Piana, geçen yılı yüzde 17 gibi esaslı bir büyüme oranıyla kapamış. Bir de olağanüstü bir internet sitesi hazırlamışlar. Ürünleri sadece süper detayla, fotoğraf ve illüstrasyonla aktarmayı başarmamışlar. Bir tıkla kendinizi Toscana’da bir villada; yani tipik bir Loro Piana müşterisi gibi (!) gezinirken buluyorsunuz. Bir de özel servisler eklemişler, ekran başında bile kişiye lüks tüketicisi dediğimiz o ayrıcalıklı
İstanbul sanat sahnesine eklenen yeni bir oyuncu, Mim Art... İsmet Doğan’ın beklenen sergisiyle açılan galeri, bir yandan da “Antikayla çağdaş sanat eseri nasıl buluşur?” diyenler için de olağanüstü bir kanvas görevini üstleniyor
Hikmet Mizanoğlu ve Ali Hatemi’nin ortak projesi Mim Art, Türkiye’deki modern ve çağdaş sanatın yurt dışına ulaşmasına sağlamayı ve Türk sanatçıları yabancı koleksiyonerlerle buluşturmayı amaçlayan bir platform. İlk sergi için, çalışmaları sanatseverlerce hep merakla beklenen sanatçımız İsmet Doğan’la bir araya gelmişler. İsmet Doğan’ın sergisi, kafa karıştırıcı, ürkütücü ve ilk etapta altyazı gerektiren işler oldu benim için...
‘Ye Beni’ adlı kişisel sergide Doğan, kanibalizm üzerinden Batı’nın Doğu’yu hayal etme biçimlerini sorguluyor. Bu sorgulamanın bol et, kan ve devasa boyutlar ve müthiş bir incelikle aktarıldığı resimlere bakıp kalakalmaktan başka seçeneğiniz olmuyor! 19’uncu yüzyıl oryantalist Avrupa ressamlarının eserlerini yorumluyor sanatçı. İşleriyle oryantalizmin halen devam ettiğini, ‘öteki’likler üzerinden tanımlanan moderniteyi, gösterişli bir biçimde manipule ettiği yapıtlar üzerinden anlatıyor İsmet
Lüks markaların tasarımcılarının gerçek insanların markası H&M’le yaptığı işbirliklerinde sıra, özgün kesimleri ve renk seçimleriyle Türk kadınlarının da sevdiği bir marka olan Marni’ye geldi
Bu eşleşmelerin tadının çoktan kaçtığını düşündüğümü itiraf ederek söze başlayayım; bahsedeceğim bir istisna... H&M’in bugüne dek onca tasarımcıyla yaptığı işbirliğinin içinde dikkatimi ilk çeken Versace’yle flörtleri olmuştu. Biri şaşaanın diğeri sokağın markası... Prensipte bir araya gelemeyecek iki dünyanın çarpışmasından ortaya başka vitrinlerde rastlayamayacağımız türde işler çıkmıştı.
Versace’nin şal desenleri, renk patlamaları, altın, bronz; fiyatları hayli makul H&M’in kanatları altında da albenisini kaybetmemişti. Şimdi sıra Marni’ye gelmiş. Neredeyse her bedenden kadının kolaylıkla giyebildiği tasarımlar sunan; retro desenleri tekrar gündeme sokan, temelde neşeli bir marka, Marni. H&M’in zamanla yarışan, heyecanlı, aktif DNA’sına Marni tarzını ben pek yakıştırdım. Marni aksesuarda da hiç kimseye benzemeyen, enteresan çizgilerde, zamansız tasarımlar çıkaran bir marka. O yüzden aksesuar faslına da ayrıca ihtimam göstermenizde fayda var.
8 Mart’ta tüm dünyayla aynı anda