Ağlayan ağacın gölge-sinde, denizin dibinde, tam bir aile işletmesi Giritli Rum Meyhanesi...
Bu sefer en son söyleyeceğimi en başta söylemek istiyorum. Ben bu restorana bayıldım! Bayıldım, çünkü her ayrıntısıyla adını sonuna kadar hak eden bir yer. Tamam tamam anlatıyorum.
Yer Giritli Rum Meyhanesi. Başta da söylediğim gibi, her şeyiyle adını sanını hak ediyor. Şule-Hakan Sepin çifti, yanılmıyorsam 4-5 sene önce açmaya karar vermişler restoranlarını. A’dan Z’ye her şeyiyle bizzat ilgilenmişler, kendi elleriyle yapmışlar bugünkü mekânı. Denize sıfır, Karaburun Kordon’un en sol başında, ağlayan ağacın gölgesinde Giritli Rum Meyhanesi. Adını sonuna kadar hak ediyor dememin birinci nedeni, burası tam bir aile işletmesi. Anne, eş, oğul herkesin bir görevi var. Yunanistan’da gittiğim restoranların en önemli özelliğidir ‘aile işletmesi’ olmaları. En azından bana göre.
Beni buraya götüren arkadaşım, kış aylarında çok gidermiş bu güzel mekâna. Yaz ayında, yüksek sezonda onun da ilk tecrübesi olacakmış.
Neyse çöküyoruz ağlayan ağacın altına, esintili bir köşeye. Gün batmak üzere, henüz kimseler yok restoranda. En sevdiğim saat. Evin oğlu tam siparişleri almaya gelmişken, baba müdahale ediyor,
Kaç yıl önceydi hatırlamıyorum buraya geleli. Denize sıfır bu restoranın aynı zamanda hemen yanında minik ama bi o kadar şirin konaklama mekânları vardı. Hâlâ da var. O zaman eşimle denizin içine kurmuştuk masamızı, mangal da yakmıştık. Şimdi de değişen bir şey olmamış bu mekânda, elbette her şey yenilenmiş, daha konforlu hale gelmiş. Ama hâlâ, garsonlardan balıklara atmak için ekmek istediğinizde getiriyorlar. Bu güzel, samimi yerin adı Number One Restaurant.
Karaburun gezimizin yanılmıyorsam ikinci gecesinde akşam yemeği için buradayız. Mekândan içeri girerken samimi, güleç ve bir o kadar da işini sahiplenen Akhisarlı garson dostumuz karşılıyor bizi. Ve hemen ardından da mezelerle yıkılan dolap elbette... Herkes içeri doğru yürürken ben bi anda takılıp kalıyorum dolapta. Seslenmeseler, geceyi dolapta geçirebilirim anlayacağınız.
Seyretmek dinlendiriyor
Denize sıfır masamıza oturduğumuzda bizi karşılayan garsondan biraz ekmek istiyorum. Hemen anlıyor balıklar için olduğunu. Buralarda her şey yenilenmiş; otel, restoran, insanlar, kaldırımlar, kordon hepsi de... Bir tek, atılan ekmeğe hunharca saldıran kefal ve sarpa balıkları aynı duruyor sanki. Yani onları seyretmek nasıl
İleri tarihlerde yazarım diyordum ama dayanamadım bu hafta yazmaya karar verdim Balkanlar turunun kalanını.
Çünkü, bu sıcaklarda eğer bir yurtdışı programı yapmak üzereyseniz, bana göre değerlendirilebilecek en güzel alternatif. Serin ve temiz bir hava eşliğinde tarih, ata topraklarından güzel yer olamaz bence.
Neyse, biz dönelim sohbetimize.
Karadağ’dan ayrıldıktan sonra virajlarla dolu, kısmen biraz sıkıcı sayılabilecek bir Arnavutluk yolculuğu başlıyor. Ama benim için pek sıkıcı olduğu söylenemez, çünkü yolun sonuna doğru annelerimizin, ninelerimizin de çok yaptığı Elbasan Tava yemeğini Elbasan şehrinde tadacağım. Yolculuk sırasında Arnavutluk’u geçerken dikkatimi iki şey çekiyor. Birincisi, Enver Hoca’nın halkına baskı unsuru olarak kullandığı nükleer saldırılara karşı yapılmış binlerce sığınak, ki yol boyunca bunları görebiliyorsunuz. İkincisi de, şehirlerde hemen herkesin o keşmekeş trafikte bisiklet kullanması. Mesela, İşkodra’da öğleden sonraları kadınları süslü püslü, topuklu ayakkabılarıyla bisiklet kullanırken görebilirsiniz. Anlayacağınız, tam bir bisiklet ülkesi Arnavutluk.
İşte Elbasan’dayız
Şehrin tam ortasında bir kale içinde, yemek yiyeceğimiz yer. Önce şöyle
Hayat hep plan program değildir. Anlıktır bazı şeyler. Gidersin, gelirsin; yersin, içersin. Ben de böyle biriyim işte.
Hızlı karar alırım, pişman olurum ama yine de karar alırım. İşte geçtiğimiz günlerde Balkan turuna da böyle karar verdim. Evet, yine pişman oldum! Oldum ama bu sefer daha önce neden gitmediğime pişman oldum.
Size teker teker nereleri gördüm, neleri gördüm anlatmaya kalkarsam inanın bu sayfa, sayfalar yetmez. O nedenle hızlandırılmış bir yemek muhabbetinin içinde iki satır bişeyler anlatmaya çalışacağım. Eğer keyiflenirseniz İzmir’den direkt uçabilirsiniz.
Malumunuz Bulgaristan göçmeniyim. Tam bir Balkanlıyım yani. Her sene bir iki kez memlekete gitmezsem olmaz. Özlüyorum, hem de çok. Bu Balkan turu da böyle bir özlemin neticesi aslında. Neyse fazla uzatmadan bodoslama dalayım ben Balkanlara.
Belgrad’da Cevapçiçi
Sabah erken saatte uçtuk Lady Travel’in uçağı ile İzmir’den Belgrad’a. İndiğimizde şahane apar topar doluştuk otobüslere ve dooğru otele. İlk gün biraz sersemledik, Belgrad turu, Sava, Tuna Nehri derken benim beklediğim zamanlar geldi çattı. Acıktım anlayacağınız.
Böyle gezilerde serbest zamanlarda her daim yeni şeyler keşfetme gayretim olur. Belgrad’da da ara
Uzun zaman olmuş Çeşme’ye gitmeyeli. Özlemişim...
İki hafta önceki ziyaretimde Alaçatı Lagada Restoran’dan sonra lezzet katsayımız yükseldi. Çeşme çarşı içinde avare avare gezerken, tabir yerindeyse bir meze dolabına çarptık. Ya da çarpıldık desek daha doğru olacak.
Kafamı kaldırıp “Neresi burası yahu” diye mırıldanırken dost bir ses geldi kulağıma: “Ooo, abi hoş geldin.”
Dönüp baktığımda daha merhaba diyemeden sarıldık birbirimize. Oğlumun okul arkadaşlarının babası Devrim’den başkası değildi bu dost ses.
Devrim Özbek, eski işletmeci. Yıllarca farklı farklı restoranlarda çalıştıktan sonra, yanılmıyorsam 3-4 yıl önce açtı Çeşme Çarşı içinde Su Balık’ı.
İlk açıldığı zamanlar gelmiştim bir iki. Sonra işten güçten vakit bulamamıştım bi türlü gelmeye.
Kısmet bugüneymiş dedim, daldım içeriye. Çocuklar, işler, güçler, eşler derken Devrim’in eşi giriyor içeriye. Her zamanki muhabbetkâr tavrı ile “Nerdesin sen yahu, hayırsız” diyerek sarılıyor bana.
Bundan 4-5 yıl önce muhteşem bir tatil ile tanımıştım Sakız adasındaki Lagada’yı. Bu şirin koyda çok güzel zamanlar geçirmiştik yakın bir arkadaşım ve eşimle birlikte.
Dostum Giorgos Passas’ın restoranında şahane yemekler yemiştik. Sonra kahve eşliğinde sakız likörü içmiştik dalgaların hışırtısının eşliğinde. O kısa tatil, bitmeyen askerlik anısı gibi anlatılır gider senelerdir. Demem o ki Lagada’yı severim, özel bi yeri vardır bende.
Geçtiğimiz haftalarda “yol bizi nereye götürürse” kafasıyla dostum, ağabeyim Seçkin ile düştük yine yollara. Hızlı bir kararla Alaçatı Delikli Koy’da kamp yapmaya karar vermişken, yol üzerindeki Lagada tabelası karıştırdı kafamızı. Daha doğrusu benim kafamı karıştırdı. E biz de kuraldır. Kafası karışan üzülmez, hemen isteği yerine getirilir.
Lokum gibi lakerda
Alaçatı Port Marina’da denize sıfır konumda Lagada. Deniz’in içinde adeta. Kapısından içeri girdiğinizde mavilikler karşılıyor sizi, iyot kokusu doluyor ciğerlerinize.
Alaçatı geceleri düşünüldüğünde biz restorana biraz erken saatte giriyoruz. E iyi de yapıyoruz. Orası mı, burası mı derken denizin içinde, yelkenlilerin kucağında bir masaya oturuyoruz.
İçeriye girerken o beni ilk etapta tanımasa da
Adam bilimle ömrünü çürütmüş, diyo ki “Hayat alışkanlıklardan ibarettir”, biz neredeyse üzerine “kükrüyoruz”.
E haklı aslında.
Alışkanlıklardan ibaret!
Halbuki alışkanlıkları bi kırsak, etraf daha bi ayan beyan olacak. Farkında değiliz bunun.
Fazla bilimsel oldu di mi?
Hemen bağlıyorum.
Yahu akşam bi yemeğe, eğlenmeye, kız arkadaşımızla buluşmaya gideceğiz, hooop Alsancak’tayız.
Neredeyse dört aydır ha bugün, ha yarın size anlatmayı planladığım bir yer vardı. Kısmet bugüneymiş. Haydi şimdi hep birlikte ağız tadımızın peşine, haydi...
İzmir Yenişehir Gıda Çarşısı’nı, karmaşasının içinde gizlediği lezzetlerini çok severim. Adanacısı, söğüşçüsü, ciğercisi hep kendine özeldir.
Yeni öğrendim. Tüm bunların yanında yine kendine özel, ki koca İzmir’de ben başka yerde yapanını duymadım, bir de Alaşehir Kapamacısı var.
Senelerdir ne zaman yolum Alaşehir civarına düşse ille meşhur yemeğini yemek için uğruyorum. Ama uğradığım saatler ya sabah erken ya da akşam geç saatlere denk geldiğinden bugüne kadar bi türlü kısmet olup Alaşehir Kapama yiyemedim. Hatta iki üç hafta önce Aydın Arapapıştı Kanyonu dönüşü yolu uzatıp Denizli, Buldan, Güney ve en nihayet kapamasını yiyeceğiz diye Alaşehir’den geldim İzmir’e ama yine olmadı, yiyemedik. Bu sefer de Ramazan ayına rastgeldik.
Neyse, onun yerine yolu biraz daha uzatıp Gölmarmara üzerinden Akhisar’a geçtik; Dayıoğlu Kasabı’nda şahane bir köfte yedik de biraz yüreğimiz soğudu.
Bu düşünceler aklımın bi köşesinde dururken geçen gün instagram’ı kurcalarken sevgili ağabeyim Celaleddin Arpat’ın (gurme) sayfasında Yenişehir’de bir