Çalışma hayatımın çoğu seyahatlerle geçti.
Ege’nin gezmediğim köşesi kalmadı desem yeridir. Her şehri ayrı güzeldir Ege’nin. İnsanı, havası gibi sıcaktır. Tamam tamam, yurdumun her köşesi güzeldir. Ama, Egeliyim ben... O kadarcık kayırayım di mi kendi bölgemi...
Dedim ya, yollarda geçti iş hayatım. Varmayı değil, yolda olmayı severim ben. Ha bi de yol lezzetlerini. Bu hafta başında oğlumun bir organizasyonu için Alanya yollarına düştük ben, eşim ve oğlum. Grubumuzdan ayrı bir gece önce çıktık yola. Amacımız, Denizli üzerinden Salda Gölü’ne varmak, orada kamp kurmaktı. 15.00 gibi Salda’ya ulaşmak üzere çıktık yola. Çıktık çıkmasına da, daha Nazilli’de takıldık kaldık.
Çünkü, “Dağlarından yağ, ovalarından bal akan” Nazilli’de acık pide yemeden olmaz diye düşündük. Oldum olası pek severim Nazilli’yi. Salı günleri kurulan köylü pazarına bayılırım mesela. Nar ekşimi ille oradan alırım. Ve size şu kadarını söyleyeyim, bulabileceğiniz en güzel nar ekşisi buradadır. Benden söylemesi.
Neyse ilk molayı Nazilli’de bulunan ‘Kısmet Pide’de verdik.
Bilirsiniz, pideciler hep erkektir buralarda. Kısmet Pide’de öyle değil. İşletmecisi Hasibe Duruoğlu... Aslında hep işin içinde olmuş Hasibe Hanım. Ancak
HANGİMİZ SEVMEYİZ KORDON’U, İMBATI, İYOT KOKUSUNU, BALIĞI, EĞLENMEYİ...
Hangimiz sevmeyiz imbatı. Hangimiz denizden gelen iyot kokusunu içimize çekmekten hoşlanmayız. Hangimiz balık rakı denince tebessüm etmeyiz.
Kordon denince hangimizin yüreği titremez. Hele ben ve benden büyüklerin hangisi bi “aah” çekmez.
Başka yerleri, memleketleri bilmem ama “İzmirliysen seversin” bunları. Genlerine işlenmiştir keyif, tebessüm, dostluk. Dünyaya gelirken böyle kodlanmışsındır. Seversin işte. İzmirliysen seversin.
Evet evet duyar gibiyim “kaldı mı bunlar Fedo” dediğinizi duyar gibiyim.
Evet o eski kordon değil, Palet restoran gibi denizin içinde balık rakı yapamıyoruz belki ama kötünün iyisi, kordon hala gençlerin, aşıkların Kordonu. Öyle ya bi dönem yol yapacaklardı denizin içine.
Yaa işte böyle.
Hani bazen bi şarkı, bi koku duyarsınız da o ses, o koku alır götürür sizi geçmişte yaşadığınız bir ana. Şarkı “önde zeytin ağaçları” der siz ilkokulda gittiğiniz pikniği, incir ağaçlarını hatırlarsınız ya. Böyle bi yerden söz edeceğim bugün. Beni taa çocuk halime, on, oniki yaşlarıma götüren bir pideciden söz edeceğim.
İki, üç yıl oluyor, Karşıyaka Alaybey ana caddenin paralel sokağında Alaşehirli Pide Salonu’nu keşfedeli. Oğlum Efe’yi spora getirip götürürken bazen pide yerdik Mustafa (Yanıkoğlu) Usta’da. Ne zaman dükkandan içeri girsek kapı girişinde Jawa motosikletinin yanında görürdük. Pırıl, pırıl bakımlı eski bi motosikletti. Ama usta ona öyle aşkla bağlıydı ki dükkanın içinde tutuyordu.
İçeri her girdiğimizde bu motosiklet ve buram buram gelen pide kokusu, Çamdibi’nde oturduğumuz yıllarda mahalle takımı kurma hevesiyle, arkadaşlarla topladığımız hurdayı satıp, her seferinde Yüksel’in canının pide çekmesine aldanıp Kartal durağındaki pidecide soluğu alışımız gelir gözümün önüne.
56 yıldır pideci
Geçen hafta yakın bir dostumla öğlen vakti Alaybey’den geçerken Mustafa Usta’ya uğradık. Yine aynı pide kokusu burnumuzun direğini yerinden oynattı. Yine aldı görürdü beni uzaklara.
Ama
Hakkâri’de askerlik yaparken nöbet tuttuğumuz 2. kulenin kapısında şöyle yazıyordu: Beklenen gün gelecekse eğer çekilen çile kutsaldır!
Yaklaşık 4 aydır beklediğimiz Nomads Karaburun Kampı için de bu sözü sıkça hatırladım. Ve işte geçen hafta o gün geldi.
Kamp arkadaşım Seçkin İyener’le birlikte düştük yollara. Çadırımız, kamp tüpümüz, kahvemiz, yiyeceklerimiz, her şeyimiz hazırdı. Koca kış, bugünü bekledik desek yeridir yani. Yola çıkar çıkmaz Seçkin Abi, “Kahvaltıyı Urla Arasta’da yapalım; bi katmer, börek falan yeriz” dedi ve çevirdik direksiyonu Urla’ya.
Bu seyahatlerin en güzeli, eğer kamp arkadaşın uyumluysa ve zamanla ilgili sorunun yoksa “Kafa nereye, biz oraya” hali olsa gerek. Bizimki de o kafa, tam Urla yol ayrımına gelmişken Seço’nun (Seçkin), “Abi gelmiş insanlar, devam et bence sen” uyarısıyla karar değiştirip rotayı doğru Karaburun’a çevirdik.
Karaburun sapağından hiç düşünmeden eski yola daldık. Yavaş yavaş, denizi seyrederek, yolda gördüklerimizle selamlaşarak ilerlemeye başladık. Balıklıova’ya geldiğimizde hem eksiklerimizi almak hem de birer çay içmek için durduk. E kahvehanede çayımızı içerken accık da siyaset yaptık tabii.
Tam hareket etmişti ki, motosikletine
Yanılmıyorsam, iki aydır Bergama’ya gidip geliyorum. Bazen gezmek için, bazen de iş için. Her gittiğimde de sevgili dostlarım Celal Arpat ve Gurmecanlar Mehmet’in tavsiyesi Pehlivan Kokoreç’e uğruyorum. Ama nafile! Ya açık olmuyor ya da ben saati tutturamıyorum.
Geçenlerde yine Ayvalık’tan dönüyoruz. Aklımda Bergama’ya uğramak var. Ama arabayı ben kullanmıyorum. Neyse, bi yolunu bulurum nasılsa deyip Bergama yol ayrımında değişmez muhabbetimi yapıyorum arkadaşlara: “Abi nasıl bi iştir bu yahu, koca Bergama’da adıyla anılan Bergama Tulumu’nu hakkıyla satan yer yok!”
Daha sözüm bitmeden biz doğru Bergama’ya, peynirci bulmaya gidiyoruz...
Elbette şunu belirtmeliyim ben, her gittiğimde “Bana iyi Bergama Tulumu satan bir yer söyler misiniz” diye soruşturduğumda, “Vallahi arkadaş, kalmadı artık be!” diyenlerin yalancısıyım.
Neyse, tam da peynir muhabbetini tekrar yaparken “Abi burada bi kokoreççi var(mış), efsane(ymiş)” diye bi laf atıyorum ortaya.
Araçtakilerin yanıtı çok net oluyor. “Yahu tokuz, Ayvalık’ta tostun üzerine şunu yedik, bunu tattık” derken dalıyoruz Bergama şehir merkezine.
Şehrin merkezine doğru ilerlerken ben yeri anlatmaya, kokorecin faydalarını saymaya başlıyorum. Tokuz dedi
Ben varmayı değil, yolda olmayı seviyorum. Biri “hadi gidiyoruz” dediğinde dayanamıyorum.
Hafta başında böyle bir teklifi geri çeviremedim yine ve düştük Ayvalık yollarına. Bizde bahane çok. Yok yağımız bitti, yok Türkiye’nin ilk boğaz köprüsünü görelim, yok Cunda’da Taş Kahve’de bi kahve içelim, Tenekeciler Sokak’ta bi kadeh parlatalım, teneke saksı alalım, Ayvalık’ın ara sokaklarında kaybolalım.
Sabah makul bi saatte çıktık yola. Üç arkadaş mırıldana mırıldana Ayvalık’ı gören tepeye vardığımızda “durun” dedim.
Telaşlandılar bizimkiler. Ama telaşa mahal yok. Bu tepeden Ayvalık’a, Cunda’ya bakmayı seviyorum ben. Arkadaşlarım bunun için durduğumuzu anlayınca azıcık kızdılar bana.
Biraz rüzgarın sesine kulak verdik, çam ağaçlarının hışırtısını dinledik. Sonra da hoop şehir merkezine.
Sabah kahvaltı etmediğimizden şehre girer girmez üçümüz birden “acıktık” diye homurdanmaya başladık.
Arabamızın en kıdemlisi, yaşça büyüğü abim “sizi bi tostçuya götüreceğim itiraz yok!” deyince derin bir sessizlikle park yerinin yolunu tuttuk.
Yemeyi, içmeyi sevdiğimiz kadar, dağda bayırda gezmeyi, yolda olmayı da seviyorum elbette. Çocukluk arkadaşım, mahallelim, 40 yıllık dostum Halim Özaydın, pazar günü aradı. “Hafta içi bi gün kuzugöbeği mantarı avına çıkacağız, hazırlan” dedi.
Av mı! Mantar dediğin tavşan mı, keklik mi ki, avına çıkacağız diye düşündüm.
Düşündüm de diyemedim Halim’e.
Pazartesi tekrar aradı kadim dostum. “Hazır mısın? Salı sabahı gidiyoruz.”
Sabah saat 10.00 gibi çocukluğumun geçtiği, rahmetli annemin evinin karşısında buluştuk Halim’le.
“İstikamet Gaziemir, Orhanlı” dedi, bastık gaza. Yol boyunca bana kuzugöbeği mantarı hakkında bilgiler verip durdu.
Neymiş efendim...
- Kuzugöbeği ararken aklımızda sadece mantar olacakmış, başka bi şey düşünürsek bulamazmışız.
Bu memlekette güzel şeyler de oluyor. Hem de çok güzel şeyler!
Geçenlerde İzmir’de yakın bir arkadaşımla birlikte ilgi alanımız olan Gastronomi Fuarı’nı gezmeye gittik.
İyi ki de gittik! Gitmeseydik, bugün bu şahane peynir üreticisi Canan Urhan Hanımefendi’yi tanıyamayacaktım.
Şahane diyorum, çünkü Türkiyemizde böyle güzel, farklı peynirler yapan başka bir yer olduğunu bilmiyorum. En azından ben bugüne değin görmedim.
Canan Hanım’ın peynirleriyle Gastronomi Fuarı girişinde tanıştık. Kendisi o gün hararetle peynirlerini tattırmakla meşgul olduğundan çok konuşamadık. Ancak benim ilk izlenimim “ithal peynir” tadıyorum düşüncesiydi.
Fakat gerçeği öğrenince şaşırmadım desem yalan olur. Bu şaşkınlığımı gidermek için fuar bitiminde kendisini peynirlerini ürettiği Menemen Emiralem’de bulunan çitliğinde ziyarete gittim. Hikâyesini yerinde dinledim.
Canan Hanım, kendi halinde bir yaşam sürerken oğlunun üniversiteyi Fransa’da okuma kararıyla, kendi deyimiyle “yeniden öğrenmeye” başlamış. Önce maksadı, oğlunun Fransa’ya alışma sürecinde yanında olmakmış. Ancak zamanını değerlendirmek maksadıyla Fransızca öğrenmek için Fransız Kültür Derneği’ne başlaması, peynir işine girmesine neden olmuş!
Öğrendikle