Söğüş... İzmir ve Niğde’nin dışında birine bu kelimeyi söylerseniz aklına ilk gelen, iri doğranmış domates ve biber olur. Ama, İzmir ve Niğde’de söylerseniz, haşlanmış ve ayıklanmış kelle etiyle yapılan enfes bir yemek akla gelir.
Asıl memleketi Niğde, söğüşün. Niğde’nin iki köyünden gelmiş güzel İzmir’e. Meşhur Asmaaltı Söğüşçüsü Mustafa Erdoğan da bu köylerden, Kicağaç’tan gelmiş İzmir’e. Şimdilerde köyün adı Yeşilova. Resmi dairelerde her daim yanlış yazılıyor diye köylünün isteğiyle yeni adı Yeşilova olmuş.
Mustafa Usta’yı Kemeraltı’nda tanıdım. Babacan tavrı ve hep özlediğim esnaf özelliklerini bugüne kadar hep korumuş, çıraklarına öğretmiş. Bu tavrı o kadar hoş ki, oğlum Efe pek seviyor ustayı. Hiç aklımızda yokken aklımıza düşürüyor ustanın söğüşünü. E böyle olunca da ver elini Kemeraltı elbet.
Mustafa Erdoğan, 1972 yılından beri bu işi yapıyor. Her sögüşçü gibi o da seyyar başlamış işe. 1999 yılında “Dolaşmaktan yoruldum” diyerek şimdiki dükkanında sürdürmeye karar vermiş işini. Bu işin usta çırak adabıyla öğrenildiğine dikkat çekiyor usta. Kendisi çok küçük yaşlarda ustası ve eniştesi Selahattin Özdoğan ile İbrahim Erdoğan’dan öğrenmiş. O da kendi çocuklarıyla birlikte
Kim demiş sanayide köfteci salaş olur diye!
Bal gibi, şahane tasarımlı, konsept bi yer de köfteci olabilir. Üstelik hem lezzetli hem de hesaplı köfte yapabilir. Yanlış anlaşılmasın, salaş köftecileri de severim.
O ayrı.
Sokak lezzetleri, çıktığım lezzet yolculuklarında daima peşinde koştuğum yerler olmuştur. Bunların arasında da köftecilerin önemli bir yeri vardır. Hele hele bu köfteci, sanayi sitesinde ise ayrıca ilgi duyarım.
Ama bu seferki yer salaş değil. Aksine gayet şık ve rahat bir köfteci. Kft Köfte.
At sesli harfleri köfteden, işte oldu sana Kft Köfte.
Epey bir zaman önce yakın bir dostumla test etmiştik burayı. Notumuzu da vermiştik aslında. Fakat ne enteresandır ki, gittiğimiz bu güzel köfteci sık sık birlikte olduğumuz, yemelere birlikte gittiğimiz dostum Mehmet Ay’a (@yemekle_bitmez) ait bir mekânmış. “Yapma abi yaa” dediğinizi duyar gibiyim. Ama hakikaten çok sonra öğrendim durumu. Ve son gittiğimizde de köftecilik hikâyesini dinledim.
Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, çok şeyler yaşamışım, çok şeyler görmüşüm 49 yıllık hayatımda.
Hoş yaşarken bi şey anladın mı derseniz; yok anlamadım, öylesine zamanlardı o anlar, zaten olması gerekendi sanki...
Bi çok şeyi, hızlandırılmış yaşamışım gibi geliyor bana.
Sosyalist bir rejimde doğup iki yıl okula gitmişim, iki yıl yabancı bir dille okumuşum. Sonra bi sabah büyük dedemin eşeğinin sırtında bi tren istasyonuna, oradan da bir hafta konuk edildiğimiz, bahçesinde dedelerimizin güreş tutturduğu bi yere gelmişim. Hayatımda ilk defa kocaman 2,5 liranın üzerinde görmüşüm Atatürk’ü; elinde cıgarası, başında kalpağıyla.
302 bir otobüsün arkasında, yarı uykulu bir halde, ardımızdan gelen arabaların ışıklarını sayarken geçmişim Boğaz Köprüsü’nden ilk defa.
Hayatımda ilk defa ‘göç’ etmişim. İnsan bir ömür kaç kere göç eder ki!
Mesela çocukluğumda, pantolonlarım ya Tepecik Pazarı’ndan ya da Kemeraltı’ndan alınmış. Ve bütün pantolonlarım okulda da giyilebilenlerden olmuş. Aslında ne çok severdim Kıbrıs kotunu, ama okul işte. Hem kot hem okul pantolonu olmuyordu...
Galiba o tarihlerden aklımda yer etmiş, pantolon dendiğinde ya Tepecik Pazaryeri ya da Kemeraltı geliyor hatırıma. Tepecik Pazarı
Aah Urla ah!
Evimizin kraliçesini bi ikna etsem soluğu sende, güzel sokaklarında, denizinde alacağım ama nafile. Şimdilik kendimiz orada olamasak da, aklımızı sende bırakmaktan başka çaremiz yok, Güzel İzmir’in güzel beldesi Urla...
Önceki hafta, mini bir TV çekimi için Urla’ya gittim. Her zaman başı boş gezdiğim sokaklarını bu sefer peşimde bi kamerayla dolaştım. Dışarıdan bakınca “Amaan, ne var ki bunda” dediğim çekim işinin ne denli zor olduğunu bizzat yaşadım. Ne kadar yorucu olduğunu test edip onayladım.
Yok güneş gidiyor, yok yemeğin dumanı, yok kıyafetin, yok aynı yerden bi daha yürü, yok masanın üzerinde markalı bi şey kalmış...
Yahu arkadaş, bitmiyor derdi. Malum gezmek de kolay değil, acıkıyor insan haliyle. Çekim için uğradığımız yerlerden biri de Urla’nın en eskilerinden Şafak Lokantası. Daha kapıdan içeri girer girmez sizi karşılayan mis gibi yemek kokuları aklınızı başınızdan alıyor.
Lokantada öyle can çektirici kokular var ki, benim gibi gördüğünüz tüm güzelliklerden tatma huyunuz varsa, vay halinize. Neyse Allah’tan üç kişilik bir ekibiz de farklı farklı yemekler söyleyerek tezgâhtaki çoğu yemeğin tadına bakabileceğiz. İşte çekim bitti, sıra yemekte. Hızlıca
Sevgili dükkân dostları, geçen yıl İzmir’deki meslek okullarının aşçılık bölümü öğrencileriyle İzmir Su Ürünleri Yetiştiricileri ve Üreticileri Birliği’nin sağladığı malzeme desteğiyle balık ve balık yemekleri üzerine sohbetler yaptık. Geleceğin aşçılarıyla birlikte zaman geçirmek paha biçilmez. Ara ara sizlere gittiğimiz okullarla ilgili izlenimlerimi buradan aktaracağım...
Sohbete doyamadım
Zaman ne çabuk geçmiş. Geçen yıl da aynı okulu ziyaret etmiştik balık muhabbeti için.
O gün sohbet ettiğimiz çocuklar mezun olmuş. Kimi üniversiteye, kimi de iş hayatına atılmışlar bile. Bazılarını da sosyal medyadan takip ediyorum, aşçılık yolunda emin adımlarla ilerliyorlar. İşte bu güzel duygularla girdik yine Seferihisar Semiha İrfan Çallı Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’ne.
İzmir Su Ürünleri Yetiştiricileri ve Üreticileri Birliği’nin sağladığı balıklarla yemek yaparken yaptığımız sohbete doyamadım. Her zamanki gibi gevezeliğimiz tuttu. Konuştukça konuştuk. Anlattıkça anlattık. Teşekkürler sevgili gençler ve onların şahane öğretmenleri. Hayatınıza bir kelime katkımız olduysa ne mutlu bize...
Yemeklerin tadı arttı
Nevvar Salih İşgören Eğitim Kampüsü Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde o kadar g
Lezzetin çoğu samimiyet gelir bana hep. Bu konuda ayrıştığımız çok arkadaşım var. Ama olsun ben yine de öyle düşünüyorum. Bir yerde güzel bir yemek varsa, ille muhabbeti, gülen yüzü olmalı. Yoksa kuru bir ekmek de aynıı, bir kilo et de... İşte size lezzetli bir muhabbet. Önceki hafta Güzelbahçe’de geçen yaz açılan yakın bir dostuma ait restorana doğru yola çıktım. Uzun zamandır görüşemiyorduk, bir sürpriz yapayım dedim kendisine.
Özel yapım mangal
Uzatmayayım tam Güzelbahçe girişinde, Pina civarına geldiğimde burnuma buram buram mangal kokuları gelmeye başladı. Biliyorsunuz o civarda kendin pişir kendin ye tarzı yerler var. Orası mı, burası mı diye bakınırken koku kafamı fazla bulandırdığından ilk gördüğüm yere daldım. Vallahi girerken adına bile bakmadım desem yeridir. Masaya oturduğumda önüme gelen “özel yapım” mangalın üzerindeki Aşkının Yeri yazısıyla nereye geldiğimi anladım. Gözüm bi şey görmediğinden koşarak et seçmek için dolabın başına geçtim. Ondan, bundan, şundan diye kasap dostumuza bişeyler söylerken “Abi dolap burada, azar azar söyle istersen” uyarısı hoşuma gitti. Ardından masama otururken tanıştığım mekân sahibi Aşkın Akıncı Bey’in samimi muhabbetine bayıldım. Sonra,
İzmir. Güzel İzmir... Senin her yerin, her semtin, her mahallen ayrı güzel. Lezzetin desen, o kadar çok ki. Say say bitmez! Dünyanın dört bir yanından gelen insanların, enfes tatlarını yanlarında getirip bıraktıkları yer. Sanki lezzet gemisi koca şehir. İşte bu güzelliklere, lezzet gemisine yen i eklenen, deniz kokulu bir mekândan sözetmek istiyorum sizlere; Sahilevleri’nde açılan Pavarotti Restaurant. Beklendiği üzere Kordon’da değil anlayacağınız. Beklendiği üzere diyorum çünkü İzmir’de yemek konusunda yazan bazı arkadaşlar Kordon ve Asancak’tan başka yerdeki mekânları görmüyorlar nedense!
Neyse biz dönelim Pavarotti’ye...
Bu ara sürekli seyahat ettiğimden epey oldu Sahilevleri’ne gitmeyeli. Bölge temsilcim ve ustam Engin Uğur Ağır gitmiş geçenlerde. Çok beğenmiş , “Fedo mutlaka gitmelisin” deyince ilk fırsatta Pavarotti’de aldım soluğu.
Gülen yüz fikrimi değiştirir
Burası bir balık restoran. Sahibi Pavarotti’yi cok severmiş ve bu nedenle ismini buraya vermiş.
Restoranın önüne gelir gelmez aracımı nezaketli bir vale aldı. İçeriye doğru yürürken kapıda hoş, kibar bir hanımefendi karşıladı beni. Bir restoranda aradığım en önemli kriterdir karşılama. Aracımın alınması falan
Bu can çekmesi fena bi şey arkadaş!
Tam işinde gücündesin, masum masum evinin yolundasın. Hoop bi koku geliveriyor burnuna. Ondan sonra da ayıkla pirincin taşını.
İşte tam böyle oldu geçen hafta. Eve doğru gelirken Bayraklı’da trafik sıkıştı. E havalar malum, yazdan kalma. Millet yayılmış çimenlere, mangalda... Denizin kıyısı, Adana’ya dönmüş mübarek. Şöyle bi camı açıp hava alayım dedim. Arabanın içi buram buram et kokularıyla doldu. Kızsam mı, mutlu mu olsam bilemedim.
Ama hayat bu, sen iyi düşününce o da seni düşünüyor. Ve beni hızlı düşünmüş olacak ki, şahane bir yemek daveti alıyorum. Ben mis gibi kokuyla baş etmeye çalışırken Manisa’dan çok yakın bir dostum arıyor: “Abi, hadi yemek yemediysen bin arabana, seni Manisa girişi ilk lambalardan sonra sağda Altınkuş Restaurant’ta bekliyoruz.”
‘Vay arkadaş, başka bi şey istesem olacakmış” duygusuyla “Davete icabet gerek” düşüncesiyle “Tamam” diyorum.
Hemen ilk kavşaktan, Bayraklı köprüden dönüp Manisa’ya doğru yola koyuluyorum. Tünelden ikinci geçişim bu ara, Manisa’ya giderken. Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse güzel olmuş. 20 dakika sürmüyor Manisa’ya varışım. Anemon Otel’i geçer geçmez sağda Altınkuş Restaurant. Kuş