İleri tarihlerde yazarım diyordum ama dayanamadım bu hafta yazmaya karar verdim Balkanlar turunun kalanını.
Çünkü, bu sıcaklarda eğer bir yurtdışı programı yapmak üzereyseniz, bana göre değerlendirilebilecek en güzel alternatif. Serin ve temiz bir hava eşliğinde tarih, ata topraklarından güzel yer olamaz bence.
Neyse, biz dönelim sohbetimize.
Karadağ’dan ayrıldıktan sonra virajlarla dolu, kısmen biraz sıkıcı sayılabilecek bir Arnavutluk yolculuğu başlıyor. Ama benim için pek sıkıcı olduğu söylenemez, çünkü yolun sonuna doğru annelerimizin, ninelerimizin de çok yaptığı Elbasan Tava yemeğini Elbasan şehrinde tadacağım. Yolculuk sırasında Arnavutluk’u geçerken dikkatimi iki şey çekiyor. Birincisi, Enver Hoca’nın halkına baskı unsuru olarak kullandığı nükleer saldırılara karşı yapılmış binlerce sığınak, ki yol boyunca bunları görebiliyorsunuz. İkincisi de, şehirlerde hemen herkesin o keşmekeş trafikte bisiklet kullanması. Mesela, İşkodra’da öğleden sonraları kadınları süslü püslü, topuklu ayakkabılarıyla bisiklet kullanırken görebilirsiniz. Anlayacağınız, tam bir bisiklet ülkesi Arnavutluk.
İşte Elbasan’dayız
Şehrin tam ortasında bir kale içinde, yemek yiyeceğimiz yer. Önce şöyle bir minik tur atıp, kalenin hemen yanındaki devasa büyüklükteki yola park ediyoruz otobüsümüzü. Kale içine girdiğimizde yeşillikler içinde, huzurlu bir restoran bizi bekliyor. Hızlı bir şekilde yerimizi alıyoruz. Balkanlar ve Avrupa’da alışmadığım bir biçimde hızlı bir servisle geliyor yemeğimiz. Önce bir sebze çorbası, lahana salatası ve ardından elbasan servis ediliyor. Buralarda sebze çorbaları genelde kestirmesiz, su kıvamında gelir. Ancak güzeldir, tavsiye ederim. Ve işte Elbasan Tava ile baş başayız. Bi kere şunu söylemeliyim, bence bizim ülkemizde çok çok daha güzellerini yiyebilirsiniz elbasanın. Ancak doğduğu kentte, yemeğe adını veren kentte bunu tatmak başka bi duygu. Yemeği, servisi beğeniyorum, kale içi harika. Biraz kalenin dışını keşfe çıkıyorum. Otobüse yakın eski eşya satan bir amcayla sohbet ediyoruz. Benim ısrarla Arnavut olduğumu, gözlerimden anladığını söylüyor. Eğer eski şeyleri seviyorsanız Sırbistan’dan, Üsküp’e gelene kadar rastlayacağınız eskicilerden bayağı ucuza enteresan şeyler alabilirsiniz. Üsküp’te de var böyle yerler, ama diğer şehirlere göre pahalı. Mesela, eski bir Sovyet dürbünü denk getirirseniz kaçırmayın derim.
Makedonya
Akşam 17.00 sularında Ohrid Gölü kıyılarındayız. Bizim kıyı kasabalarından pek farklı bir yer değil burası. Ancak ertesi gün gittiğimiz gölün kaynağının da bulunduğu Sarı Saltık Türbesi’nin bulunduğu yer muhteşem. Burası gölü besleyen bir kaynak. Su o kadar temiz ve berrak ki, sesini duymasanız cam zannedersiniz. Neredeyse, her baktığınız yer bir tablo gibi. Suyun üzerine doğru uzatılmış iskeleler, dubalar üzerinde restoranlar var. Biranızı içerken suyun serinliğini ve dinginliğini iliklerinize kadar hissedebilirsiniz buralarda.
Akşam Balkan gecesi var. Bir an evvel gelsin diye saati iple çekiyorum.
Balkan gecesi
İşte beklediğim saat geldi. Otelin önünden bir tekne alıyor bizi. Şahane bir göl gezisinin sonunda şehir merkezindeki iskeleye iniyoruz. Bizi karşılayan Kiril ve Metodius heykelleri oluyor. (Kiril alfabesini yazan kardeşler) Şehrin çarşısından şahane müzikler yükseliyor. Etraf rengârenk, yerel kıyafetlerini giymiş öğrencilerle dolu. Öğrendiğimize göre tam 30 gün süren bir kültür etkinliğinin ortasına düşmüşüz. Bu muhteşem görüntülerin arasından bizim için hazırlanan geceye neredeyse geri geri yürüyerek gidiyoruz çevremizdeki bu güzel görüntüleri kaçırmamak için. Belvedere Restaurant’ta şahane müzikler eşliğinde, enfes Balkan köftelerinin tadına bakıyoruz. Mastika içiyoruz Ohridli dostlarla. Gecenin sürprizi, Lady Travel’in rehberi Recail’e geliyor. Orkestra etrafında toplanıp bir anda ‘Tboj te oci leno mori’ şarkısını çalmaya başlıyor. Renkli rehberimiz ve ekibi de eşlik ediyor. Lisanı bilmiyorum, ama şarkıyı çok seviyorum.
Sırasıyla Resne, Manastır, Tikveş’i geçerek Üsküp’e doğru ilerliyoruz. Manastır’da, Atatürk’ün ilk aşkının Atamıza yazdığı mektubu okurken gözyaşlarımıza engel olamıyoruz...
Kuru fasulye ve köfte
Akşam saatlerinde ulaşıyoruz Üsküp’e. Otele yerleşir yerleşmez atıyorum kendimi sokaklara. Otelin hemen yanındaki köfteciden gelen koku, bana tüm Üsküp’ü sarmış gibi geliyor. Tam bir heykeller şehri Üsküp. Akşam hızlı bir turla kaba bir keşif yapıyorum.
Ertesi gün Kalkandelen ve Matka Kanyonu’nu geziyoruz. Matka Kanyonu tam bir doğa harikası. Tekneyle koyun sonlarına doğru bulunan, yeni keşfedilmiş, içi sarkıt ve dikitlerle dolu, farklı şekiller almış mağaraya doğru giderken, Aydın Arapapıştı Kanyonu geliyor gözümün önüne. İkisi de çok güzel, harika yerler.
Tüm gün gezmek yoruyor insanı. E haliyle acıktırıyor da. Akşam çarşı içinde Üsküp’ün kuru fasulyesinin üzerinde servis edilen meşhur köftesini yiyeceğiz. Eski Çarşı, Osmanlı’nın mirası buralara. Gözünüzün gördüğü her şeyde, her yerde ataların izine restlamak mümkün. Çarşı, minik minik dükkânlardan oluşuyor. Çoğunlukla orijinali korunmuş. İşte bu otantik, tarihi binaların arasından yemek yiyeceğimiz restorana geliyoruz. Güveçte pişmiş kuru fasulye üzeri köfte ile turumuzu bitireceğiz. Aynı otobüste seyahat ettiğimiz çekirdek aile Kıvanç ve Sevil Yılmazoğlu çifti ile Eski Çarşı’da kendimize göre değişik bir mekânda oturuyoruz yemeye. Buranın adı Destan. Çevreden edindiğimiz bilgiye göre Üsküp’ün en iyilerinden biri.
Gerçekten enfes bir yemek oluyor. Kuru üzeri köfteyi götürüyoruz önce, sonra ben ayrıca sadece köfte istiyorum bi porsiyon daha, tek başına da enfes bir lezzet. Hele hele üzerine yediğimiz trileçeyi sizlere özel olarak anlatmam gerekir. Hafif, ağızda resmen raks eden, boğazınızdan içeri giderken o müthiş raksını damaklarda bırakan bir tatlı. Şa ha ne!
Demem o ki sevgili dostlar; havalar sıcak, e bi yerlere de gitmeyi düşünüyorsanız, çok düşünmeyin, Balkanlar ‘te orda’ gidin bence...
BEN OLSAM...
Çocuklarımız değerli, hem de çok değerli! Onları bu şehir hayatının keşme-keşinden ve özellikle trafikten korumak gerçekten çok zor. Son Bulgaristan seyahatimde Kırcaali ve Sofya’da gördüğüm bir uygulamayı paylaşmak istiyorum sizlerle.
Ve diyorum ki yine ben olsam;
Okullara yakın yaya geçitlerine, ışık olsun olmasın ayrım yapmadan, araç kullananların uzaktan görebilecekleri büyüklükte öğrenci objeleri koyardım. Hem şehrin görüntüsüne hem de çocukların karşıdan karşıya daha güvenli geçmelerine katkı sağlardım... Bu arada tüm bunları, görevi olsun ya da olmasın belediyeden beklerdim. Çünkü şehirlerde en ulaşılan, en halkla iç içe ve en samimi çalışan kurumun belediyeler olduğunu düşünen biriyim ben. Bakalım yapacaklar mı? Ben olsam yapardım!
Özay Şendir
Öğretmenlik ve sosyal statü
24 Kasım 2024
Didem Özel Tümer
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’dan ABD’ye YPG mesajı: Sineye çekmeyeceğiz
24 Kasım 2024
Abbas Güçlü
Öğretmenler neden mutsuz?
24 Kasım 2024
Zeynep Aktaş
Her şey faizlere kilitlendi
24 Kasım 2024
Ali Eyüboğlu
Aşkın Nur Yengi: ‘‘Rekabet derdimiz yoktu’’
24 Kasım 2024