Aziz Yıldırım’ın Antep’te kamuoyuna yaptığı açıklamanın -Galatasaray’a “sahtekâr” dediği cümle dışında- altına imza atmaya hazır pek çok vatandaş bulabilirsiniz.
Hatta Fenerbahçeli sayısından bile çoktur.
Neden?.. Çünkü adalet terazisini tutan heykelden farksızdı maça ilişkin tespitlerinde. Mesela hakem için “lehimize de hatalar yaptı” dedi.
Son dakikada Caner’in itmesi penaltıydı dedi.
Hakkaniyetin böylesi pek az görüldü bugüne kadar. Hele Aziz Bey gibi Fenerbahçe aşığı bir başkan tarafından.
Yanıp yakılıyorsunuzdur şimdi:
“Ah bir de sahtekârlığa falan girmeseydi”!..
Hata mı?.. Talihsizlik mi? Ya da Fenerbahçe “mehter takımına mı özendi” bilinmez ama rakiplerinin kayıpsız geçtiği haftada zor güç berabere kalan Fenerbahçe Antep’te liderliği bıraktı.
Maçın sadece üçte biri tamamlandığında, öyle dramatik bir durum vardı ki ortada; Fenerbahçe’nin halinden esinlenip müthiş arabesk besteler yapılabilirdi.
Fenerbahçe, rakip futbolcu Chibuike’nin cezası ertelenmiş diye zaten “üstüne oynandığını” düşünerek sıkıntılı çıkmıştı maça. Hatta söylenerek...
Daha altıncı dakikada “boksör” Volkan ikinci kornere de tek yumruk çıkmış ama bu kez tutturamamış ve Camara golü atmıştı.
Yetmemiş; 30. dakikada Hasan Ali “mecburiyetten” kırmızı kart görmüş Fenerbahçe hem mağlup hem de eksik hale gelmişti.
O Hasan Ali ki, az da olsa topu Antep ceza alanına yaklaştırabilen belki tek Fenerbahçeliydi atılana kadar.
“Çıkış yolu” kulübeden gelebilirdi ama Pereira sistemi değiştirmek gibi ağır sorumluluklara girmedi... On dakika sonra Souza’yı çıkarıp Caner’i almakla yetindi.
“Hata” yapmak için önce “iş” yapmak gerekir. Mustafa Denizli de işe girişmiştir ve doğal olarak hatalar yapacaktır.
Bir işin hata mı sevap mı olduğuna “sonuçlarını beklemeden” karar vermek gerekiyorsa, bakış açınız önemlidir.
Grosskreutz için “Mustafa Denizli avucundaki kuşu kaçırdı” mı diyeceğiz şimdi?
Teknik direktörün amacı her futbolcusundan en büyük verimi almak için teknik ve taktiğin yanı sıra en iyi motivasyon modelini uygulamaksa eğer, Mustafa Hoca’nın “tam tersini” yaptığı ortada.
***
Melo’dan sonra orta sahayı sertleştirmek amacıyla transfer edilen, kale dışında hemen her yerde oynayabilen, yazışma hatasıyla yarım sezondur “tam maaşla emekli” haline getirilen Grosskreutz, tam da büyük bir açığı kapatabilecekken nereden çıktı onun üzerinden “disiplin” gösterisi?
Adam zaten futbol hayatının en kötü sürecini yaşıyor besbelli. Gerekçesi doğruysa geceleri “anneee” diye ağlıyordur Allah bilir...
Üstelik iki hazırlık maçı dışında işinden, sevdiğinden ayrı. Gidip geliyor ülkesine, zor günlerinde oyalanıyor. Forma giyeceği gün gelir, sahaya çıkar, yine turist gibi takılmaya çalışıyorsa o zaman çekersin kenara “böyle olmaz kardeşim” dersin.
Ve Teknik Direktör Vitor Pereira ilk defa Saracoğlu tribünlerinden adını duydu!..
Trabzonspor maçında Pereira diye inledi stat.
Şaşırmış olmalı...
Ama “tecrübe” işte; çabuk toparlandı!
O da maç sonunda seyirciyi alkışlayarak yanıt verdi bu gecikmiş sevgiye!
Kolay değil; Fenerbahçe seyircisi tam 13 hafta bekledi sıradan bir jest için.
Niçin?..
Sneijder “sonuçlar kötü olunca ilk önce hoca gider” dedi; devamını getirmedi!
Ya sonra?
Yönetim mi acaba? Futbolcular mı?.. Aşçı mı?
Peki Galatasaray’daki gibi sadece sonuçlar değil sebepler, hatta niyetler bile kötüyse?..
Futbolcular şampiyonluğu paylaşamadıkları hocalarını göndermişlerse. En azından gönderilme ortamı yaratmışlarsa... Yönetim, eski yönetimin mirası şampiyonluğu kabullenmiş, kazandıran hocayı içine sindirememiş, radikal bir kararla hocanın sözleşmesini feshetmiş ve olayı bir mantık çerçevesine yerleştirebilmek için futbolcularına sabık hocaya ilişkin dedikoduyu serbest bırakmışsa.
Gol atan futbolcu, üç günlük hocayı kucaklamaya koşarak geçmişi inkarı ilan ediyor, maçın sonu berbat gelince herkes suçu geçmişe atmaya çalışıyorsa?
Taraftar durumun farkındaysa... İsyanın eşiğindeyse?
Keşke biraz sabretseydi Galatasaray yönetimi... İki haftacık daha... Kasımpaşa karşısındaki futbola da Hamza Hamzaoğlu sebep olsaydı...
Bu maç sonunda kovsalardı Hamzaoğlu’nu!..
Valla kimsenin gıkı çıkmazdı.
Antalya ve Rize maçları gibi değil... Hoca kovdurur, Galatasaray’ın Kasımpaşa futbolu.
Çünkü bir saat önce Beşiktaş mağlup olmuş, lidere üç puan daha yaklaşma ihtimali doğmuş.
Sahada bir Galatasaray var, sanki İspanya’da Şampiyonlar Ligi maçı oynuyorlar. Resmen kontratak takımı... Savunma yapacak, fırsat bulursa gol arayacak.
Ne savunma yapabiliyor Galatasaray, ne hücum.
Doğru söze ne denir!.. “Kriz ve baskı, antrenörlük hayatım boyunca kan kardeşim oldu” cümlesi tüm teknik direktörlerin kaderi ve Mustafa Denizli’nin kariyer özetidir.
Kimi altında ezilir... Ama Denizli, kriz ve baskıyı avantaja çeviren nadir futbol adamlarımızdan biridir.
Krizi kendisi yaratmaz, baskı istemez...
Lakin varsa, keyifle üstesinden gelir. Hem de krizin ve baskının kaynağına cesaretle yürürken gülerek, espri yaparak, sloganlar üreterek.
Mustafa Hoca’nın “Hepsini aşmak için geldim Galatasaray’a” mesajını boş bir özgüven patlaması veya tutulamayacak vaatler kategorisine sokacak tek Allah’ın kulu yoktur bu alemde.
Ancaaak...
Galatasaray’daki kriz Mustafa Denizli’nin bile envanterinde rastlanan cinsten değil!
Molde teknik direktörü Solskjaer, boşuna çıkmamıştı “yağmur duasına”!.. Soğuk zaten vardı. Yağmurla rüzgar da tuzu biberi olup, iki katı hızla tüketirdi alışmamış adamın enerjisini.
Fenerbahçe ne ki!.. Koskoca orduları bile mahvetmişti doğa koşulları...
Napolyon Fransa’sı Moskova seferinde buz kesmiş...
Hitler Almanyası Barbarossa harekatında kışa teslim olmuş.
Osmanlı Sarıkamış’ta silah atmadan 90 bin şehit vermişti.
Galatasaray’ın “Trömsö faciası” da futboldaki yakın geçmiş örneğiydi.
Çok ama çok zor bir maçtı... Ama “Tabiat Ana”ya sığınan teknik direktör değil, “Futbolcularının tabiatına” güvenen hoca kazandı maçı.