“Egemen, istisna haline karar verendir”
-Carl Schmitt
Güney Kore’de film gibi bir hafta yaşandı. 3 Aralık gecesi saat 23.00’da Güney Kore Cumhurbaşkanı Yoon Suk Yeol kameraların karşısına geçerek ülkede sıkıyönetim ilan ettiğini açıkladı. Bunun üzerine askerler ulusal meclisi abluka altına aldılar. Milletvekilleri barikatları aşarak meclise ulaşmaya çalıştılar ve sıkıyönetimi kaldırma yönünde oy kullandılar. Halk sokaklarda protestolarda bulundu. Nihayet baskıya daha fazla dayanamayan Cumhurbaşkanı Yoon sabaha karşı 5 sularında sıkıyönetimin kaldırıldığını belirtti.
Fevkalade durumların fevkalade önlemleri olur ancak işte asıl anahtar nokta vaziyetin olağanüstü olup olmadığına kimin nasıl karar verdiğidir. Demokrasiler için bu konu hayati önem taşımaktadır. Olağanüstü hâl ve sıkıyönetim ilanları ülkedeki liberal demokratik düzenin askıya alınması demektir. Gücü elinde bulunduranın neredeyse hiçbir anayasal engel bulunmadan bunu kullanması anlamına gelir ki bu sebeple Güney Kore’de
“Gerçek barış, sadece gerilimin olmaması değil; adaletin varlığıdır.”
-Martin Luther King Jr.
Tam yüz yıl önce, Aralık 1914’te tarihin en ünlü ateşkeslerinden biri gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yılında Noel’e girilirken Batı cephesinde silahlar birkaç günlüğüne sustu. Fransız, Alman ve İngiliz askerleri tarafsız bölgede birbirleriyle selamlaştılar, yiyecek, sigara, hediyelik eşya takası yaptılar. Öyle ki beraber şarkılar söyleyip, söylentilere göre futbol bile oynadılar. Ne yazık ki savaş kızışıp, karşılıklı şiddetin dozu savaşın kurallarını aşınca bir daha bu tarz bir ateşkes yapılamadı. Somme ve Verdun muharebelerinde zehirli gaz kullanımı ve yüksek sayıda zaiyatlar artık cephedeki genç adamların ortak payda olan insanlıkta birleşmelerini imkansız hale getirmişti.
Savaş esnasında, gayrı-resmi olarak karşılıklı saldırıya ara verilmesine literatürde “yaşa ve yaşat” (live and let live) davranışı denir. Sonuç olarak aslına bakarsanız eline tüfek verilen gencecik adamların büyük çoğunluğu katil ruhlu
“Düşmanınıza geri çekilebilmesi için altın bir köprü inşa edin”
-Sun Tzu
“Risk” 1957’de Fransız bir film yapımcısı Albert Lamorisse tarafından icat edilen bir strateji kutu oyunudur. Amaç, bölgelere ayrılmış dünya haritası üzerinde askerlerinizi konuşlandırıp, topraklarınızı genişletmek ve rakiplerinizi mağlup ederek dünyaya hâkim olmaktır. Oyunun temel stratejisi diğer oyuncularla ittifaklar kurmaya dayanır. Saatler hatta günler sürebilir. Diğer bir önemli nokta ise tehdit olarak gördüğünüz oyuncuları fazla sinirlendirmemektir zira oyun çoğu zaman oyuncuların birbirlerine gıcık olması sonucu “intihar” saldırıları yapmalarıyla sonuçlanır. Büyük güçler kendilerini karşılıklı yok ederken, sabırla Avustralya’da pusuya yatan oyuncu genellikle sonunda kazanan olur. Risk oynamış olanlar neden bahsettiğimi gayet iyi anlayacaklardır.
Geçtiğimiz hafta neler oldu?
Dünya her geçen gün giderek sonuna yaklaşılmış bir risk seansını andırmaya başladı. Son günlerde
Tarih: 4 Kasım 1979, yer: İran ABD Büyükelçiliği, saat: 06.30, 500 kişilik bir öğrenci grubu elçilik kompleksinin etrafında toplanmaya başlamıştır. Heyecanlı kalabalık kapının kilidini kırarak ve duvarların üstünden atlayarak yerleşkeye girer. İran polisi müdahale etmez. Elçiliği korumakla görevli Amerikan askerlerinin kullandığı göz yaşartıcı gaz savunma için yeterli olmaz. ABD’li diplomatlar ve elçilik çalışanları rehin alınırlar. Bazı kadınlar ve siyahiler kısa bir süre sonra serbest bırakılsa da 52 kişi için tam 444 gün sürecek esaret dönemi başlamıştır. ABD’deki seçimlerden bir gün önce İran Rehine Krizi’nin 45. Yıldönümüydü. ABD ile İran’ın aralarının bozuk olmasının en önemli kaynaklarının birinden bahsediyoruz.
1979 İran Devrimi’nden önce ABD, İran ve Suudi Arabistan’ı destekleyerek petrolün sıkıntısız bir şekilde dağıtımını sağlama amacındaydı. İran Şahı, Batı’nın isteklerini karşılama konusunda epey hevesliydi. İran ABD’nin en sıkı müttefiklerinden
“Aşırı demokrasiden daha fazla hiç bir şey demokrasiyi etkili bir şekilde öldürme riski taşımaz” -Norberto Bobbio
Aslında bugünkü yazım için farklı bir konu düşünüyordum ancak yakın bir arkadaşım “bu haftaki yazını merakla bekliyorum, nasıl yorumlayacaksın Amerika’daki seçimleri acaba” diyince mecbur konu kendiliğinden belirlenmiş oldu. Uykusuz geçen bir seçim gecesi sonrası sabah telefonumda benzer mesajları okuyarak uyandım. Yakın çevrem beni sanki ABD derin devletinden istihbarat alıyormuşum gibi zihinlerinde kodluyor olsalar gerek, “abi anlat bakalım işin aslını, ne olacak şimdi?” diye sıkıştırmaya başlamışlardı. Bir siyaset bilimci olarak verdiğim cevap pek tatmin edici değildi zira tek kelime “bilmiyorum” diyebildim. Bazen “bilmiyorum” diyebilmek aslında sizi daha bilge yapar. Aklıma Trump’ın 2016’da ilk seçildiğinde uluslararası ilişkiler uzmanı bir hocamın dedikleri geldi: “elimizdeki teoriler Trump’ın nasıl bir başkanlık dönemi geçireceği hakkında bize bir ışık tutamıyor, hep beraber
“Oy pusulası mermiden daha güçlüdür”
-Abraham Lincoln
İki gün sonra ABD kuruluşundan beri en kritik başkanlık seçimlerinden birini yaşayacak. 5 Kasım’da Amerikan halkı, anayasal bir demokrasi mi yoksa otoriter bir rejim mi istediğine karar verecek. Bu karar sadece ABD’yi değil tüm dünyayı etkileyecek. Bu yüzden sadece Amerikalılar değil, yerkürede yaşayan herkesi yakından ilgilendiren bir seçimle karşı karşıyayız.
Kötünün iyisi
ABD vatandaşlarının önünde iki kötü tercih var: Donald Trump ve Kamala Harris. Bir yanda 6 Ocak sürecinde Kongre baskınını kışkırtan, New York mahkemeleri tarafından finansal suç işlediği sabit görülmüş aşırı sağcı eski Başkan Trump, diğer yanda savcılık yaptığı dönemde acımasızlığı ile tanınan, sık sık görüş değiştirdiği için tutarsızlıkla suçlanan başkan yardımcısı Harris. Bu seçim kötünün iyisi olacak. İleri boyutta kutuplaşmış bir seçmen kitlesinin önemli bir bölümü beğendiği için değil, kesinlikle Beyaz Saray’da
“Tarihten aldığımız ders, tarihten ders almadığımızdır” Georg Wilhelm Friedrich Hegel
Ünlü Alman düşünür Hegel tarihi diyalektik bir süreç olarak tanımlamış, insanlığın giderek daha mükemmel bir dünyaya doğru ilerlediğini söylemiştir. Hegel’e göre her dönemin kendine has özellikleri vardır ve buna “zeitgeist” (zamanın ruhu) denir. Zeitgeist bireyleri ve toplumları etkiler, entellektüel akımlara yön verir, sanatı şekillendirir, siyasetin çerçevesini çizer.
Soğuk Savaş döneminde kapitalizm ile komünizmin çekişmesi dünyayı pençesi altına almıştır. Bu diyalektik çekişmenin sonucunda özgürlükçü sosyal demokrasi kavramı baskın hale gelmiştir. 1990’lardan son bir kaç yıl öncesine kadar gerçekten de Batı’dan Doğu’ya, Kuzey’den Güney’e küresel bir demokrasi çılgınlığı yaşanmaktaydı. Rusya glasnost ve perestroyka ile kabuk değiştirirken, Çin Maoculuktan kurtularak Batı’ya göz kırpmaya başlamıştı. Küba’nın
“Adalet bir kutup yıldızı gibi yerinde durur ve geri kalan her şey onun etrafında döner” -Konfüçyus
Ülkemizde ve dünyada şu an en çok eksikliğini hissettiğimiz değerlerin başında adalet geliyor. Adalet kavramı antik felsefenin temelini oluşturur. Platon “Devlet” kitabında adaletin ne olduğunu sorgulayarak sonuca varır. Aristo adil ve ahlaki bir düzen nasıl kurulur diye kafa patlatır. İnsanların doğuştan sahip olduğu bir olgudur; vicdanın kalbidir adalet. Evrenin mayasıdır. Türümüzün devamını getirmemize yarayan bir doğal seleksiyon mekanizmasıdır. Adaletsizliğe karşı içimiz içimizi yer. Öfkeleniriz, isyan ederiz, ve bazen intikam almak isteriz. İşte devletin temel amacı da bu hissiyatlarımızı dizginlemek, adaleti sağlamaktır.
Rusya’ya yasak, İsrail’e destek!
Rusya Ukrayna’yı işgal ettiğinde küresel çapta bir tepkiyle karşılaştı. Ukrayna’yı haritada gösteremeyecek, belki ilk defa adını duyan kişiler bile sosyal medyada Ukrayna bayrakları paylaşır oldular. İvedilikle Rusya’ya yaptırımlar uygulanmaya başlandı; Dünya Kupası, diğer