“Egemen, istisna haline karar verendir”
-Carl Schmitt
Güney Kore’de film gibi bir hafta yaşandı. 3 Aralık gecesi saat 23.00’da Güney Kore Cumhurbaşkanı Yoon Suk Yeol kameraların karşısına geçerek ülkede sıkıyönetim ilan ettiğini açıkladı. Bunun üzerine askerler ulusal meclisi abluka altına aldılar. Milletvekilleri barikatları aşarak meclise ulaşmaya çalıştılar ve sıkıyönetimi kaldırma yönünde oy kullandılar. Halk sokaklarda protestolarda bulundu. Nihayet baskıya daha fazla dayanamayan Cumhurbaşkanı Yoon sabaha karşı 5 sularında sıkıyönetimin kaldırıldığını belirtti.
Fevkalade durumların fevkalade önlemleri olur ancak işte asıl anahtar nokta vaziyetin olağanüstü olup olmadığına kimin nasıl karar verdiğidir. Demokrasiler için bu konu hayati önem taşımaktadır. Olağanüstü hâl ve sıkıyönetim ilanları ülkedeki liberal demokratik düzenin askıya alınması demektir. Gücü elinde bulunduranın neredeyse hiçbir anayasal engel bulunmadan bunu kullanması anlamına gelir ki bu sebeple Güney Kore’de gördüğümüz gibi suistimal edilmeye açık bir durumdur. Öte yandan gerçekten de ülkenin ve devletin varoluşunu direkt tehdit eden bir acil durum olduğunda da normal zamandaki kurallarla ülkenin yönetilmesi beklenemez.
Üç Alman’ın hikayesi
Bir başka film hikayesi ise 1930’lu yıllarda Nazilerin yükselişi, iktidarı ve çöküşü sıralarında şu üç Alman düşünürün arasındaki ilişkiler üzerine çekilebilir. Biraz sıkıcı bir felsefi sanat filmi tadında olabileceğini kabul etmek lazım ancak çağdaş demokrasilerin evrim süreci bu üç adamın hayat hikayelerinde saklıdır. Carl Schmitt, Otto Kircheimer ve Karl Loewenstein isimlerinden bahsediyorum. Üçü de Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Weimar Cumhuriyeti’nin yetersiz olduğu eleştirilerini dile getirmiş akademisyenlerdir. Farklı kulvarlarda koşsalar da hem düşünsel hem de kişisel olarak yolları kesişmiştir.
Schmitt bir hukukçu olarak parlamenter sistemi ağır eleştirmiş, güçlü bir devlet geleneği ve ideolojisi olması gerektiğini savunmuştur. Naziler iktidara geldiğinde parti üyesi olup Nazilere hizmet ettiği gerekçesiyle itibarını kaybetmiş olsa da yazıları siyaset tartışmaları açısından akademik değer taşır. Kircheimer ise 1920’li yıllarda Bonn Üniversitesi’nde Schmitt’in danışmanlığında doktorasını yapar. Marksizme yakın olmasına rağmen sağ tandanslı Schmitt ile yakın ilişkiler kurar. Ancak Weimar yıkıldıktan sonra Almanya’yı terk etmek zorunda kalır ve ABD’ye kaçar. Naziler başa gelince ülkeden kaçıp ABD’ye yerleşen bir diğer isim Loewenstein ise faşizme karşı devletin aktif savunma yapmasının elzem olduğunu söylemiştir. O da Schmitt ile entelektüel tartışmalara girmiş, birbirlerine mektuplar yazmışlar, makalelerinde alıntılar yapmışlardır. Savaş sonrası Kircheimer ve Loewenstein yeni Almanya devletinin kurulmasında rol oynarlar, hatta gözden düşen Schmitt’i tutuklama emrini veren Loewenstein’ın ta kendisidir!
Direnme hakkı
Almanya’nın yeni anayasası oluşturulurken liberal demokratik düzen bir ideoloji olarak kabul edilmiş ve bunu savunma mekanizmaları düzenlenmiştir. Madde 20 şöyle der: “Bu anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik herhangi bir girişime karşı direnme hakkı, başka hiçbir çözüm yolu mümkün değilse, tüm Almanlara aittir”. Güney Kore’de muhalefetin “bir darbe girişimi” olarak adlandırdığı vaka, halkın demokrasi kültürüne sahip çıkması ve direniş göstermesi sayesinde başarısız olmuştur. Egemenliğin halkta olduğu somut hale gelmiştir. Türk halkı da yakın tarihte milli iradenin üzerinde hiç bir gücün egemen olamayacağını göstermiş, kanıyla canıyla demokrasisini hain FETÖ’ye karşı korumuştur. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözündeki “kayıtsız” ve “şartsız” sözcüklerinin ne kadar önemli olduğunu unutmamalıyız.