2005 yılında yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’nün başarısız olmasıyla dünya kara kara düşünmeye başladı. Bu sistem çalışmıyor, sadece bazı gelişmiş ülkelerin sorumluluk ve tedbir alması iklim değişikliği problemini çözmüyordu. Bunun yerine bütün ülkeleri içine alan bir sistem bulunmalıydı. Gelişmekte olan ülkelerin de bir şeyler yapması gerekiyor; bir taraftan sürdürülebilir bir şekilde kalkınırken diğer taraftan alacakları tedbirlerle emisyonlarını belirli oranlarda azaltmaları önemli hale geliyordu.
2013 yılında Varşova’da yapılan 19. Taraflar Konferansında alınan karar, aslında Paris Anlaşması’nın başarısının temellerini atıyordu. Kararda INDC (niyet edilmiş ulusal katkılar) diye bir fikir ortaya atılmış, bu fikrin mayası tutmuş ve Paris’te sonuç vermişti.
2009 yılında Kopenhag’daki 15. Taraflar Konferansı büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun arkasında gelişmiş ülkelerin dayatması vardı: “Biz zengin ve güçlüyüz, bilimsel olarak sizlerden üstünüz. İklim değişikliği diye bir şey var ve buna hepiniz inanmak zorundasınız. Bu sebeple tedbirler alacağız. Siz de bunlara uyacaksınız”. Siz bilmezsiniz, biz biliriz mantığıydı bu. Ancak, ABD ve Avrupa Birliği başta olmak üzere
Kadir Has Üniversi-tesi’nin yıllık olarak yaptığı “Sosyal-Siyasal Eğilimler 2015 yılı araştırması sonuçları” Türkiye’ de toplumun duygularını, düşüncelerini ortaya koymuştur.
Araştırmada başta terör olmak üzere, yıllardır süregelen Kürt sorunu, başkanlık, yönetim, paralel yapı, AB üyeliği, ekonomik durum karşısında toplumun duygu ve düşüncesini saptamıştır.
Kendine mutlu ya da bir ölçüde mutlu hissedenlerin oranı 2013 tarihinde yüzde 67 iken 2015 yılında yüzde 48’e düşmüş. Son bir yılda ekonomik durumun kötüleştiğini, geçim sıkıntısı çektiğini söyleyen bu nedenle mutsuz olanların oranı yüzde 61.4’e çıkmıştır.
Ruh bilim ve toplumsal ruh bilim açısından mutluluk kavramı sosyal-siyasal durumun ölçüdür. Mutluluk iyilik durumudur. İnsanın mutlu olması, ilgi, sevgi, sevinç, umut gibi duygularla olasıdır. Mutluluğu sağlayan durumlar, koşullar insanın yaşına, durumuna, rolüne, yerine, konumuna göre değişebilir.
Tarih boyunca bireyler mutlu olmak için çaba harcamış, toplumlar bunu sağlamak amacıyla düzenlenmiş, örgütlenmiş, toplumsal, ekonomik yönetim biçimleri geliştirmişler, kültür ve sanatı içeren çağdaş uygarlık düzeyini oluşturmuşlardır. Uygarlığın amacı bireysel mutluluğu sağlamaktır.
İnsa
Tüm yaşamı başarılarla dolu geçmiş, mesleğinde büyük aşamalar kaydetmiş, gece gündüz çalışarak kendine yetebilecek maddi olanaklar elde etmiş bir hanımefendi arkadaşım vardır. Gül Hanım dikkati, disiplini, nezaketi ve zarafeti ile hem iş hem sosyal yaşamda çok saygın bir yere sahiptir. 32 yılını geçirdiği holdingden yaşı daha fazla ilerlemeden dünyayı seyyah gözüyle görmek amacıyla 56 yaşında emekli olmuştu.
Çalıştığı günlerden gelen alışkanlığı nedeniyle yine çok yoğun ve aktif günler yaşıyordu. Sabah erken kalkıp yürüyor, kahvaltıdan sonra pilates grubuna katılıyor, seminerler, konferanslar, kurslar derken nefes almadan akşamı ediyordu. Akşamları önünde bilgisayar, dünyayı inceliyordu. Gitmeyi düşündüğü yerler hakkında okuyor, karşılaştırmalar yapıyor, hangi yollardan giderse daha akıllı, daha ekonomik, daha verimli seyahatler yapabileceğini planlıyordu.
56 yaşına kadar tüm yaşamında aklını hep ön planda tutmuş, planlarını gerçekleştirmiş, ulaşmak istediği birçok şeye ulaşmıştı. Tıkır tıkır işleyen bir makine gibi hayatını sürdürmüş, aklının gösterdiği yollarda sağlam adımlarla yürümüştü. Bir gün sohbet ediyorduk; “Hayatını hep bu düzen içinde, aklınla mı yöneteceksin?”
Gençleri zor bir yüzyılın beklediği konusunda hepimiz hemfikiriz. Globalleşmenin sonucu olarak rekabet ortamı had safhaya ulaştı. Bu ortamda kendine yer bulabilmek artık eskisine göre çok daha zor. Bir üniversite mezununun her şeyden önce kendini alanının temel bilgileriyle çok iyi donatması gerekiyor. Burada ‘temel bilgiler’ kavramı çok önemli, çünkü bilginin o kadar hızlı bir şekilde değiştiği ve eskidiği bir dönemde yaşıyoruz ki bugünün ayrıntıları muhtemelen yarın hiçbir şey ifade etmez olacak. Buna karşılık kişinin yeni bilgilerle donanması ve bu bilgileri özümseyebilmesi ancak altyapısının güçlü olmasıyla mümkün hale gelecek. Buradan ikinci bir özelliğe geçiyoruz. O da öğrenmeyi öğrenmiş, öğrenmeye hazır bir şekilde yaşama başlamak. Bugün edinilen bilgi ve becerilerin bırakın bir yaşam boyu, birkaç sene bile geçerli olacağının hiçbir garantisi yok.
İngilizce bilmek şart
Mezunun kendi alanıyla ilgili bu iki ana unsur dışında, hangi disiplinden olursa olsun sahip olması gereken başka özellikleri de var. Bunların başında yabancı dil geliyor. İster hukukçu, ister hekim, ister sanatçı olsunlar, üniversite mezunlarının globalleşen rekabetçi dünyada yer edinmelerinin olmazsa olmaz
Türkiye’de yükseköğretim alanında özellikle son on yılda çok hızlı bir büyümeye tanık olduk. Yükseköğretim kurum sayısında, yükseköğretimde okuyan öğrenci sayısında ve öğretim üyesi sayısında önemli artışlar sağlandı.
Yükseköğretime olan ve giderek artan talep, bir taraftan yeni kurulan üniversiteler, diğer taraftan da mevcut üniversitelerde kontenjan artışları ile karşılanmaya çalışıldı. Bu artışlar, bir taraftan yükseköğretimde okullaşma oranına olumlu yansırken, diğer taraftan birtakım tartışmaları da beraberinde getirdi. Bunlardan en önemlisi kalite tartışmalarıdır.
Yükseköğretimdeki bu büyüme, yapısal olarak mevcut yükseköğretimi heterojenleştirmiştir. Aslında kabaca yükseköğretim ve araştırma kapasiteleri ve kaliteleri açısından birbirlerinden çok farklı olmayan (veya birbirleri arasında çok uçurum bulunmayan) az sayıda üniversiteden oluşan, nispeten homojen bir yükseköğretim sisteminden; daha yola yeni çıkmış, yeni kurulmuş ve fiziki yapılanmasıyla uğraşan üniversitelerden, kurulmasının üzerinden daha on yıl geçmemiş üniversitelere, ve dünya sıralamalarında ön sıralarda yer alan üniversitelere kadar farklı fazlarda işlevlere ve dolayısıyla sorunlara sahip çok sayıda
Prof. Dr. Yavuz ODABAŞI
1949 Bafra doğumlu olan Yavuz Odabaşı, AİTİA ve İşletme Yönetimi Enstitüsü mezunudur. Devlet bursu ile ABD’de doktara eğitimini tamamlamıştır. Erciyes Üniversitesi’nin kuruluşunda görev almış ve 1985 yılından bu yana Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde çalışmaktadır. Çok sayıda yayınına ek olarak ulusal ve uluslararası dergide hakemlik ve editörler kurullarında görev almaktadır
1960’lı yılların ortalarından itibaren Türkiye fikir hayatına, Türkiye soluna ve siyaset hayatına çok önemli katkıları olan İsmail Cem’i kaybedeli 9 yıl oldu. Her yıl olduğu gibi onu yine özlemle ve saygıyla anıyoruz.
Sanayileşme ve daha sonra yaşanan siyasi ve sosyal gelişmeler insanı giderek yalnızlaştırmış, bunun sonucu olarak maddeci bir anlayış giderek güç kazanmıştır. Hatta materyalistler maddenin tek ve esas gerçek olduğu fikrini kabul etmişlerdir. Bu görüşü benimseyenler bilgi ve düşüncenin maddeden doğduğunu ve hatta bilincin maddi olmayan kavramlarla temellendirilmesinin mümkün olmadığını iddia etmektedirler. Daha açık ifade ile toplumsal ilişkiler, üretim ilişkileri, doğal çevre ve teknolojinin gelişmişliğini maddi etkilerin belirlediğini ifade etmektedirler.
Oysaki, yarım asır üniformalı, on yılı aşkın da sivil olarak yaşadığım bu toplumda, edindiğim tecrübeler, materyalist dünya görüşünün içinde yaşadığımız toplum değerleri ile bağdaşmadığını gördüm. Hatta son iki asırlık tarihi ve toplumsal gerçeklerle de bu anlayışın itibar görmediğini biliyoruz.
Benim bu konu ile ilgilenmemin sebebi Mehmet Akif Ersoy ile ilgili bir senfonik şiir (ağıt veya mersiye) yazmamdır. Yüzyıl önce yaşanan dini ve ahlaki sorunları ve çürümüşlüğü veciz bir şekilde ifade eden Akif’in, adeta bugün yaşadığımız sorunları mükemmel bir şekilde tahlil ettiğini,“Safahat” isimli manzum eserin gördüm.
Akif