Tüm yaşamı başarılarla dolu geçmiş, mesleğinde büyük aşamalar kaydetmiş, gece gündüz çalışarak kendine yetebilecek maddi olanaklar elde etmiş bir hanımefendi arkadaşım vardır. Gül Hanım dikkati, disiplini, nezaketi ve zarafeti ile hem iş hem sosyal yaşamda çok saygın bir yere sahiptir. 32 yılını geçirdiği holdingden yaşı daha fazla ilerlemeden dünyayı seyyah gözüyle görmek amacıyla 56 yaşında emekli olmuştu.
Çalıştığı günlerden gelen alışkanlığı nedeniyle yine çok yoğun ve aktif günler yaşıyordu. Sabah erken kalkıp yürüyor, kahvaltıdan sonra pilates grubuna katılıyor, seminerler, konferanslar, kurslar derken nefes almadan akşamı ediyordu. Akşamları önünde bilgisayar, dünyayı inceliyordu. Gitmeyi düşündüğü yerler hakkında okuyor, karşılaştırmalar yapıyor, hangi yollardan giderse daha akıllı, daha ekonomik, daha verimli seyahatler yapabileceğini planlıyordu.
56 yaşına kadar tüm yaşamında aklını hep ön planda tutmuş, planlarını gerçekleştirmiş, ulaşmak istediği birçok şeye ulaşmıştı. Tıkır tıkır işleyen bir makine gibi hayatını sürdürmüş, aklının gösterdiği yollarda sağlam adımlarla yürümüştü. Bir gün sohbet ediyorduk; “Hayatını hep bu düzen içinde, aklınla mı yöneteceksin?” diye sordum. Memnun olduğunu, sorunsuz yaşadığını, çıkan sorunları iş yaşamından kaynaklanan akıllı girişimlerle çözdüğünü söyledi.
Sadeçe akılla olmaz
Hayret ve üzüntü içinde dinledim. Gül Hanım hayatına kalple, gönülle, şefkatle yani iç dünyasıyla ilgili bir şey katmadan, tüm yaşamını aklıyla, zekâsıyla, istek ve arzularıyla yönetmeye çalışmıştı. Aklının tüm sorunlarını çözeceğine, yaşamını güzelleştireceğine inanıyor, tek yol gösterici olarak aklına güveniyordu.
Çalıştığı dönemlerde iş sevgisi ve iş tutkusundan söz edenlere kızardı. ”İşte severim, sevmem yok görev bilinci vardır. Herkes görevini en iyi biçimde yapmak için çaba sarf etmelidir” derdi. Kurduğu disiplin bozulur korkusu ile birlikte çalıştığı insanlara hep mesafeli durur, şımarmasınlar diye takdir etmek yerine kusurlarını bularak sert eleştiriler yapardı. Emrinde çalışanlar ise onu sevmez ama ondan korkarlardı. İşi her şeyiydi. Babası öldüğü gün dahi öğlen namazında yapılan definden sonra işine dönmüştü. Aile davetlerine geç kalanı azarlar, gençlerden saç, sakal uzatanlara da çok kızardı. Aile buluşmalarında “Hazım için zaman kalsın“ diye yemekleri 19.00’da başlatır, “Sabah erken kalkacağım” diye en geç 22.00’de ayrılırdı. Hayatı bir makine düzeninde idi.
Gül Hanım’ın tüm yaptıklarını biz de aklımızla değerlendirdiğimiz zaman haklı görebiliriz. Oysaki insanlar tüm yaşamlarını akıllarıyla idare etmeye yeltendikleri zaman hayatlarını ruhun yüce değerleri olan sevgiden, şefkat ve merhametten uzak tutmaya başlarlar. İnsanın iki dünyası vardır. Birincisine insanın dünyasal varlığı ve dünyasal organları yön verir; yaşam bittiği zaman hepsi toprağa gömülür ve çürürler. Toprağa gömülen bedenin, aklın, zekânın ürettiği bir tek şeyi dahi hiç kimsenin birlikte götürme olanağı yoktur. İkincisi iç dünyamızdır. Bu dünyamıza ruhun yüce değerleri yön verir. Hayatımıza bu iki dünyanın etkisini eşit olarak yansıtmadığımız takdirde tek yönlü yaşar ve mutluluktan uzaklaşırız. Sorun, hayatın dengesi bozulduğu, Gül Hanım gibi yalnızca akılla, zekâyla ve bunların oluşturduğu kural ve yöntemlerle hayat yürüdüğü zaman ortaya çıkar.
Gül Hanım, dedikodu olmasın, derslerine zarar vermesin diye eğitim yıllarında bir erkek arkadaşa yaşamında yer açmamış. İş yaşamında ise tüm telaşı kariyer ve yükselmek üzerine imiş. Genel müdür olduktan sonra kendi çevresinde çalışan erkeklerin gösterdiği yakınlığı ise ya onur meselesi yaparak reddedip kendi derecesinde genel müdürler aramış veya bana yanaşıp çıkar sağlarlar diye korkmuş. Aklı bu denli devrede tutarak sevgiye, aşka ulaşılmaz. Evlenseniz bile mutluluk bulunmaz. Akıl bir kenara bırakılıp gönül kapısı açılmadan kalpler birbirine doğru kanatlanmaz.
Aile ilişkileri kutsaldır, esneklik ve anlayış ister. Aileye liderlik kızarak, azarlayarak değil severek, okşayarak kurulmalıdır. İnsan olmak, insana özgü tüm değerlere sahip olmak demektir. İç dünyasından, ruhsal değerlerinden uzak yaşayan, seyahatlerini bile gönlünün çektiği yerlere değil, aklının hesapladığı yerlere planlayan insan kendine yabancılaşır, dünyasal değerlere odaklı bir “Homo economicus” olur. İnsan olmak yalnızca iş, güç, para, insanın kendi yararı, ailesinin rahatı, otomobilinin, evinin iyi olması, aklının koyduğu kurallara göre yaşaması değildir.
Bilge bir kişi şöyle diyor, “Hayal et ki yaşamın amacı yalnızca senin beklentilerin ve mutluluğunmuş, o zaman yaşam ne denli zalim ve anlamsız olurdu bilir misin?” Yalnızca aklın koyduğu kurallar ve prensipler ile yönetilen hayat, sevgiden, sevinçten, heyecandan, coşkudan uzaklaşır, içerdeki çocuk kaybolur. Yerine planlar yapan, kıran, azarlayan, sert yüzlü insanlar gelir.
İNAL AYDINOĞLU
İnal Aydınoğlu, Gaziantep doğumlu bir ekonomist ve işadamıdır. 1978 yılından beri işyaşamının yanında, karşılık beklemeden seven, veren, paylaşan bir gönüllü olabilmek için çalışmakta ve gönüllülüğün mutluluğunu yaşamaktadır. Marmara Üniversitesi ve bazı vakıf üniversitelerinde gönüllülük, sosyal girişimcilik, liderlik ve sevgi konulu dersler vermekte, yetişkin eğitimleri, kurslar, seminerlerdüzenlemekte, gazetelerde yazmakta, televizyon programları yapmaktadır. Sevgi ve gönüllülük üzerine yayınlanmış 10 kitabı bine yakın makalesi mevcuttur.