Çeşme’ye tek konser için gelen Triggerfinger grubuyla kısa bir söyleşimiz oldu.
Belçika kökenli rock/blues grubu olan Triggerfinger, solist ve solo gitarda Ruben Block, davulda Marion Gossens, bas gitarda Paul Van Bruystegem’den kurulu. Hepsi aşırı sempatik ve kibar.
-Dördüncü albümünüz “Colosssus” nasıl ortaya çıktı?
Santa Monica’da prodüktör Mitchell Froom ile 6 haftada kayıtları gerçekleştirdik. Fromm oldukça iyidir, Arctic Monkey, Paul McCartney, Elvis Costello, Los Lobos, The Black Keys gibi isimlerle çalışmış. Çok iyi anlaştık ne istediğimizi biliyordu. Sert ve enerjik bir albüm oldu. İki bas gitar kullandık, ritmler oldukça patlayıcı. İlk single ve video klip “Flesh Tight” oldukça beğenildi.
- Sizi dünyaca ünlü yapan şarkı, türünüzün dışında akustik bir cover oldu “I Flow The Rivers” tesadüf mü ?
Bizim için de sürpriz oldu. Sizi neyin ünlü yapacağı çok hesaplanan bir durum değil. Çalma listemizde bu tür şarkılar çok yok. Yine de tanınmamız konusunda çok işimize yaradı. Kendimizi müzik konusunda çok sınırlamak istemiyoruz, rock veya funk bizim için aynı. Biz rock riflerini daha çok seviyoruz o kadar. (Bu ara grup Çeşme Konserinde bu şarkıyı çalmadı, kendi müzik anlayışlarına
GQ dergisinde Brad Pitt’le uzun bir mülakat yer aldı. Kelimenin tam anlamıyla içini dökmüş oyuncu. Hollywood tepesinde, 1994’ten bu yana yaşadığı, 19. yüzyıl tarzı döşenmiş evinde yapılmış mülakat. Güne şöminede ateş yakarak başladığını, yine aynı şekilde noktaladığını söylüyor. “Bu şekilde hayatı hissediyorum” diyor...
En başa gidelim çocukluğunu nasıl hatırlıyorsun?
Missouri Springfeld’de büyüdüm. Şimdi büyük bir yer, çocukluğumda sadece tarlaların olduğu bir yerdi. Buna rağmen konserveyle beslendik. Neden bilemiyorum. Şehir merkezinden 10 dakika sonra dağlar, ormanlar, nehirler başlardı. Mağaralarda çok günlerim geçti. Muhteşem mağaralar vardı, oralarda oynardık.
Oyuncu olmak aklından geçer miydi?
Çocukluğumda yabancı diyarların hikâyelerini çok severdim. Başka kültürler ve yaşamlar beni çok çekerdi. Böyle şeyleri de ancak sinemada görebiliyordum. Oyunculuk için gerekli görülen iyi bir konuşmacı veya hikâye anlatıcısı olmak bende asla olmadı.
Son aylar senin için üzüntülü geçti...
İki farklı tedavi programı denedim, olmadı. Üçüncüsü iyi geldi. Alkolü çok abarttım. Bu düşüş, olaylar olmadan da başıma gelecekti belki... Artık sadece sodalı su ve kızılcık suyu içiyorum.
Orta yaş krizi mi?
Geçtiğimiz perşembe 74. yaşını kutlayan Mick Jagger iki gün sonra, cumartesi sabahı iki yeni single yayınlayarak, köşesine çekilmeye niyetli olmadığını bir defa daha gösterdi.
Böyle üretken adamlara bayılıyorum.
Senin yeni şarkıya mı ihtiyacın var Mick? Hayır...
Adam kabına sığmıyor, enerjisi var. Üretmeye doyamıyor.
“England Lost” ve “Gotta Get A Grip” adlı parçaları, klipleriyle birlikte paylaşıma açan Jagger bununla da kalmadı ve England Lost‘un Skepta’lı bir yorumu ile Gotta Get A Grip‘in bir Kevin Parker remiksini aynı anda dinlemeye açtı.
***
“England Lost”un klibinde rol alan Luke Evans kayıp ülkenin çaresiz bireyi olarak koşuşturup duruyor.
Jagger, politik keskin değişimlerin artık insanları çaresizliğe ittiğini söylüyor ve parçaları bu ruh durumunu yansıttığını söylüyor.
Berlin bir duvar ile ortadan bölünmemiş olsa, Soğuk Savaş dönemini yansıtan bir çok casusluk hikayesi yazılmamış, dolayısıyla beyazperdeye de uyarlanmamış olurdu.
“Sarışın Bomba” duvarın yıkıldığı 1989 yılından aksiyonun dur durak bilmediği bir casusluk hikayesi anlatıyor.
Şehrin kasvetli, kurşuni renkteki gökyüzü casusluğun mükemmel atmosferini kuruyor. CIA, MI6 ve KGB kentte faal tüm casusların listesinin peşinde acımasız bir savaşa giriyor.
Listedeki isimlerden kimin çift taraflı çalıştığı da anlaşılmaktadır. MI6 için çalışan sarışın bomba Lorrain Burrogh (Charlize Theron) bu değerli listenin peşinden gönderilir. Berlin’de sistemini kurmuş David Percival (James McAvoy)adında başka bir ajanla birlikte çalışmak durumundadır.
***
“Soğuk Bir Kent” adlı bir çizgi romandan uyarlanan Sarışın Bomba grafik bir aksiyonun tüm özelliklerini yansıtıyor perdeye.
Karizmatik Charlize Theron dövüş koreografisinin üstesinden başarıyla geliyor.
Dublörlükten gelme yönetmen David Leitch iç ve dış mekanlardaki aksiyon sahnelerini net, gözleri yormayan bir stilde çekmiş.
Roger Waters ile Radiohead solisti Thom Yorke arasındaki söz düellosu, son haftalarda müzik dünyasını fazlasıyla meşgul etti. Her ikisi arasındaki anlaşmazlık konusu, Radiohead’in 17 Temmuz akşamı verdiği Tel Aviv konseri öncesi gelişti. Şubat ayında turne programına Tel Aviv’i de dahil ettiğini duyuran Radiohead’e beklenen tepki iki ay sonra bir mektupla geldi.
Filistin sorunuyla ilgili tepkisini dile getiren birçok sanatçı, farklı organizasyonlar altında on yıldan fazla süredir mücadele ediyor. Britanya’da bu işe öncülük eden sivil toplum örgütlerinden birisi olan BDS (Boycott, Divestments,Sanctions) yayımladığı açık bir mektupla Radiohead’i, kararını bir daha gözden geçirmesi konusunda uyardı.
Grubun geçmişte destek verdiği Tibet’e destek ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 50. yılı gibi etkinliklerinin de hatırlatıldığı metinde, “Sıra Filistinlilere geldiğinde niçin duruşunuzu değiştirdiniz?” sorusuna yer veriliyor. İsrail’in BM raportörlerinin de onayladığı ırkçı-ayrımcı (apartheid) politikalar uyguladığı ve bu ülkede bir sanat etkinliğine katılarak ülke yönetiminin dünya kamuoyunun gözünde normalleştirilmemesi gerektiği de mektupta yer alan önemli uyarılar arasında.
Stripe
Christopher Nolan, ne yapacağı en fazla merak edilen yönetmenlerin başında geliyor. Şüphesiz “Dunkirk Savaşı” da kariyerinin en farklı filmlerinden birisi olmaya aday. Hiç denemediği, 2. Dünya Savaşı üzerine bir öyküyü muhteşem bir teknik beceriyle anlatıyor. Seyirciyi ilk andan itibaren soluk soluğa bir savaşın içine atıyor. Gencecik asker çocukların yaşam mücadelelerine, korkularına ve çaresizliklerine yakın plan tanıklık ediyoruz.
2. Dünya Savaşı’nın önemli olaylarından Dunkirk sahilinde Alman kuvvetleri tarafından sıkıştırılmış 400 bin İngiliz ve Fransız askerin kurtarılmasını belgesele yakın bir gerçekçilik içinde anlatıyor. Film; su, toprak, hava perspektifi içinde akıyor. Karada sıkışmış, kendilerini kurtarmaya gelecek destroyeri bekleyen askerler ve havadan hücum eden uçaklar, aksiyon kinetiğini oluşturuyor. Nolan ve görüntü yönetmeni Hoytema Van Hoyten, basit bir hikayeyi 106 dakikaya uzanan epik bir savaş dramasına dönüştürüyor. Burada arka planda, nefes nefese bir müzik sunan Hans Zimmer’in katkısını da es geçmemek lazım. Nolan, oldum olası CGI ve stüdyo çekimlerinden uzak duran bir yönetmendir. Bu filmde de 62 gerçek destroyer ve yüzlerce figüran ile gerçekten zor
11 Ekim 2017 akşamı Kültürpark Tenis Kulübü’nde tarihi bir konser var. 1973 yılında kurulan 21. Peron yeniden sahnede olacak. 11 Temmuz 1973’te saat 11.00’de, Konak 11 numaralı otobüs durağında Alp Gültekin, Seyhan Eriş, Halil Yıldırım, Andreas Wildermann, Aron Şerez ve Haluk Öztekin’in buluşmasıyla kurulan grup, yıllar sonra yine sahnede olacak. Grupta bugün diş hekimi Erden Erdem davul, genel cerrahi uzmanı Dr. Gökhan Akçay basgitar, ortopedi uzmanı Doç. Dr. Haluk Öztekin gitar, dahiliye uzmanı Dr. Andreas Wildermann tuşlu çalgılar, Devlet Senfoni Orkestrası sanatçısı Alp Gültekin keman, viyola ve dermatokozmetik uzmanı Ahmet Saka İfis vokalde yer alıyor.
79 yılına ışınlanalım. Grubun Eurovision yarışması 1979 Türkiye finalinde ‘Seviyorum’ şarkısı, halk jürisinin oylarıyla birinci seçildi. Solist, o zaman Maria Rita Epik. Yarışma, İsrail’de yapılıyordu. Bir öğrendik ki, Araplar petrol vermez diye yarışmadan çekilmişiz.
Grup, kurulduktan sonra Bornova’da bir Levanten köşkünde provalara başlar. Dönem Anadolu rock dönemi, onlarda progresif rock ve yerel ezgileri harmanlayıp özgün bir tarz oluşturur. Konserler başlar, Ümit Tunçağ’ın TRT 3 programlarına, İzzet Öz’ün Metronom ve Sihirli
Netflix üst düzey yöneticisi Tom Sarandos diyor ki:
“Bizim için önemli olan, filmin izlenmesi; küçük ekran, büyük perde bizi ilgilendirmez. İnsanlar seans saatlerine uymak zorunda değil, artık yemek yerken, telefonla konuşurken, köpekleri yanlarında film izlemek istiyorlar.”
Bombayı sonunda patlatıyor: “Sinema salonlarının sonu geldi.”
Bu konuşma Netflix’in sinema salonlarında gösterime giremeyecek iki filminin kabul edildiği son Cannes Festivali’nde gerçekleşti.
“Okja” ve “The Meyerowitz Stories” filmlerinin kabul edilmesi üzerine ortalık karışır. Festival jürisi alelacele festival yönetmeliğine sinema salonlarında gösterime girmeyecek filmlerin artık festivale kabul edilmemesi yönünde bir madde ekler.
***
Okja’yı geçtiğimiz günlerde izledim. Yönetmen, oyuncular, öykünün mesajları gayet iyi de, filmin kalitesinden çok Netflix’in sinema salonlarına karşı niyeti kötü. Sinema salonları sinemaseverler için bir mabet gibidir, sinemanın büyüsü orada yaşanır. Sarandon, alay eder gibi sözlerine ekleme yapıyor: “Yanlış anlaşılmasın, ben sinema salonlarını çok severim, ben oralarda büyüdüm.” Hesap basit, Netflix olarak 200 milyon üyeyi yakala, filmleri eş dost 1 milyar kişi izlesin. Bugünlerde