Dr. Emin Yeğinboy

Dr. Emin Yeğinboy

yeginboy@gmail.com

Tüm Yazıları

Netflix üst düzey yöneticisi Tom Sarandos diyor ki:

“Bizim için önemli olan, filmin izlenmesi; küçük ekran, büyük perde bizi ilgilendirmez. İnsanlar seans saatlerine uymak zorunda değil, artık yemek yerken, telefonla konuşurken, köpekleri yanlarında film izlemek istiyorlar.”

Bombayı sonunda patlatıyor: “Sinema salonlarının sonu geldi.”

Bu konuşma Netflix’in sinema salonlarında gösterime giremeyecek iki filminin kabul edildiği son Cannes Festivali’nde gerçekleşti.

“Okja” ve “The Meyerowitz Stories” filmlerinin kabul edilmesi üzerine ortalık karışır. Festival jürisi alelacele festival yönetmeliğine sinema salonlarında gösterime girmeyecek filmlerin artık festivale kabul edilmemesi yönünde bir madde ekler.

Haberin Devamı

***

Okja’yı geçtiğimiz günlerde izledim. Yönetmen, oyuncular, öykünün mesajları gayet iyi de, filmin kalitesinden çok Netflix’in sinema salonlarına karşı niyeti kötü. Sinema salonları sinemaseverler için bir mabet gibidir, sinemanın büyüsü orada yaşanır. Sarandon, alay eder gibi sözlerine ekleme yapıyor: “Yanlış anlaşılmasın, ben sinema salonlarını çok severim, ben oralarda büyüdüm.” Hesap basit, Netflix olarak 200 milyon üyeyi yakala, filmleri eş dost 1 milyar kişi izlesin. Bugünlerde Scorsese ile 200 milyon dolarlık yeni bir proje çalışması içindelermiş. 2012’den bu yana film alanında yatırımları sadece Avrupa’da 1.7 milyar dolar civarında olmuş.

Bu Netflix hayali, sinema sanatına bir güzelleme değil, sadece sinemadan para kazanmanın kapitalistçe tercümesi. Aynı yolda ilerleyen Amazon ve Google da var. İletişim dünyası devlerinin insanları yalnızlığa, karşılıklı iletişimsizliğe mahkum etme projelerinin sonu gelmeyecek gibi. Bizlere düşen görev basit. Sinema salonlarımıza sahip çıkmak, filmi sinemada izlemeye devam etmek. Bu konuda sektörün temel direklerine düşen görevler de var, tabi ki. Kültür bakanlıkları, yerel idareler, sinema kulüpleri, sinematekler, festival organizatörleri onların neler yapacakları ayrı bir yazı konusu.Şimdilik son söz: Netflix! Sinema salonuma yan bakma…

Haberin Devamı

Vahşi insan, barışçıl maymuna karşı!

1969’da “Maymunlar Cehennemi”, başrolde Charlton Heston ile çevrildiğinde, 50 yıl sonraya uzayabilecek bir seriye dönüşebileceğini vizyonu en geniş yapımcı bile düşünemezdi. Ama uzadı. 2011’de başlayan yeni üçlemenin son bölümünü izledikten sonra uzayan serilerden hazzetmeyen biri olarak, iyi ki uzamış diyebiliyorum. Gerçekten serinin en başarılı filmlerinden birisi karşımızda.

Film müthiş bir savaş sekansıyla açılıyor. Bir önceki bölüm “Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti” 10 yıl sonrasıdır. Maymunların taşıyıcı olduğu virüs salgını nedeniyle azalmış insan ırkı, ormanın derinliklerinde yaşam kurmuş maymunlara karşı savaş açmıştır. Caeser (Andy Sarkis) liderliğinde barışcıl bir yaşam isteyen, insanlardan uzak durmaya çalışan maymunlara ağır ve modern silahlarla saldıran askerler, sığınakları havaya uçurur, bir çoğunu öldürür.

***

Aksiyonun yanında filmin en büyük başarısı bence oyunculuklarda.

Hareket yakalama teknolojisiyle giydirilen maymunlarda oynayan Andy Sarkis (Caeser), Maurice (Karin Konoval), komik Bad Ape (Steve Zahn) başta olmak üzere, tüm kadroya hayran kaldım. Her türlü duygusal reaksiyonun, mimiğin tüm giydirme numaralarına karşın seyirciyi etkilemesi müthiş bir oyunculuk sanatı. Kötü adamda Woody Harrelson “Apocalypse Now”dan çıka gelmiş Albay Kuntz yorumuyla, yine akılda kalıcı, etkileyici. Sarkis giydirilmiş karakter olduğu için bir türlü Oscar’a aday gösterilemiyor. Büyük haksızlık bence.

Haberin Devamı

Karanlık bir atmosfer tüm filmi sarmalıyor. Artık öyküye insanların kötücül, maymunların masum olduğu bir dünya hakim. Esir kampı sahneleri birçok epik Nazi filmini anımsatıyor. Öyküyü maymunların gözünden izliyoruz ve insanın tüm vahşiliğine bir kez daha tanık oluyoruz. Gerçek dünya gibi, değil mi ?