Büyük Ev Ablukada grubunun son albümü ‘Fırtınayt’ çok hoşuma gitti. Türk alternatif sahnesine yeni bir renk ve anlayış getiren, diğerlerine ilham veren grubun en büyük özelliği kendini sürekli yenilemesi.
Akustik olarak 2008’de müzik dünyasına giren Bartu Küçükçağlayan, Cem Yılmazer ve Onur Ünsal artık elektronik tınılarla yollarına devam ediyor. ‘Fırtınayt’ müziklerinde yaptıkları köklü değişimin en güzel örneği olmuş. Klavye, drum and bass ritimler müthiş bir tempo yakalıyor.
Konserlerde bu şekilde çalmaya devam ederlerse ortalık yıkılır. Çoğunluğu oyunculardan oluşan toplulukta Bartu’yu Yalan Dünya’nın Orçun’u olarak tanıyoruz. Konserlere takma isimlerle çıkıyorlar: Afrodisman Salhins, Balon Suyla da Dolar, Bass Bariton, Gelicem Nerdesin, Galvaniz Gelbira, Canavar Banavar... Oyuncu Berkun Oya, grafiker Ali Tezcan, yine oyuncu Okan Yalabık grubun değişebilen elemanları arasında.
Şarkı sözleri pervasız, sansürsüz, acılarla dalga geçebilen ve müthiş yaratıcı . Örneğin son albümün güzel parçalarından İhtimallerin Heyecanına Üzülüyorum ‘da “sırtımı verdim resimlere/anılar telefonda duruyorlar/peşimi bırakmıyor yükselişlerin/her şey benimle ilgili değil ki”... Veya Hepsine Ne Fena‘da “ka
"Mutlu Son” bir Michael Haneke filmi için olabilecek en ironik adlandırma. Biliriz ki, üstad insanlığın en mutsuz, en şiddet dolu yanını keşfetmek için çıktığı sinemasal yolculuklarının sonunda her zaman en dramatik ve gerçeğin en çiğ şekline varır. Bu kez de şaşırtmıyor, kamerasını üst sınıf bir burjuva ailesine odaklıyor. Herkesin mutsuz, soğuk, steril olduğu bir aile. İntihar düşüncesi herkesin bir adım ötesinde konuşlanmış adeta. Bir önceki filmi “Aşk-Amour”ın devamını izlediğimizi öykü ilerledikçe anlıyoruz.
Haneke şiddeti göstermekten asla çekinmeyen bir yönetmendir. Bu sefer şiddet asla görselleşmiyor.
Çevremizin, tüm TV ekranlarının şiddetle dolu olduğu bir dünyada artık göstermiyor sadece ima ediyor artık.
Instagram , Facebook gibi sosyal medya araçlarının artık mahrem alanların, fantezilerin paylaşıldığı insani ilişkilerin soğukluğundan arındığı mekanlar olarak tanımlıyor.
Mülteci sorunu da oldukça absürd bir sekans yer buluyor. Finalde beyaz burjuva toplumuna aniden giren siyahi mülteciler, Haneke’nin planladığı sarsıcı etkiyi yaratıyor.
Yazıyorum öyleyse varım Çavdar Tarlasındaki Asi
Yazar olmak nasıl bir duygunun ürünüdür?
Tom Petty’yi Philips marka kasetçalarımda döndürdüğüm ‘Full Moon Fever’ kasediyle tanıdım. ‘Free Falling’ parçasının ilk yayımlandığı albümdü. Muhteşem 12 şarkının hiçbirisi boş değildi. Çok sevdiğim ‘A Face in The Crowd’, ‘I Won’t Back Down’, ‘Runnin Down A Dream’, ‘Love is A Long Road’ kariyerinde en çok çaldığı şarkılar oldu. Benim kaset sonunda çok çalınmaktan kopup gitmişti.
Geçen günlerde 66 yaşında kalp krizinden aramızdan ayrılırken, lapiska saçları, solgun yüzü, baygın bakışları, zayıf fiziği, ceviz yerleştirilmiş gibi duran alt çenesiyle country/rock türünün çok özel bir gitaristi ve solisti olarak hep hatırlanacak. Grubu The Heartbreakers’la 40. yıl turnesini yapıyordu. 80 konserlik dev bir turne programını bitirmek üzereydi. Büyük bir tesadüf sonucu, Las Vegas katliamından 1 gün önce aynı sahnede konser vermişler. The Heartbreakers grubuyla 1976’dan bu yana çalan Petty, 13. stüdyo albümlerini 2014 yılında yayımladı: ‘The Hypnotic Eye’...
1988’de Bob Dylan’la ‘The Traveling Wilburys’ grubunu kurdular. Diğer elemanlar George Harrison, Ray Orbison ve Jeff Lynn oldu. Bu süper topluluk, iki albüm ve üç turne sonrası dağıldı.
Hollywood’un asi yönetmenlerinden Peter Bognadovich
En sevdiğim bilimkurguların başında gelir, 1982 yapımı ‘Blade Runner’. İlk gösterime girdiği dönemde fazla beğenilip değeri anlaşılmamıştı. Sonraki yıllar, birçok filmde olduğu gibi Türkçe adıyla ‘Bıçak Sırtı’nı kült mertebesine yükseltti. 92’de Ridley Scott yönetmen kurgusunda yeni eklediği bölümlerle DVD olarak piyasaya sürdüğünde hayran kitlesi daha da büyüdü. Benim için daha ilk versiyondan itibaren bir başyapıt oldu. Sinemada Replikant kavramını tartışan ilk önemli film olma özelliği yanında, kurduğu geçmişi ve geleceği harmanlayan atmosferiyle efsane oldu.
50’li yılların ‘film noir’ olarak adlandırılan detektif filmlerinin dumanlı, karanlık atmosferini 2019 Los Angeles sokaklarına taşıyan ‘Blade Runner’, ışıklı dev LED ekranları, uçan taksileri, sürekli yağan yağmuru ve Çin mahallesi kalabalığıyla fütüristik dünyayı, kaotik bir evrene dönüştürür. Yeni çevrimde Denis Villeneuve aynı atmosferi 2049 yılında da saygıyla koruyor. Muhteşem iç mekân setleriyle büyülüyor. Kurgu ve sinematografi olarak bu yılın en iyi bilimkurgusu olmaya aday.
İlk filmdeki kim replikant kim insan sorusunun izinden giden öykü, bu kez dedektif K’nın (Ryan Gosling) geçmişini araştırmasıyla bu
Türk rock tarihinin en kült gruplarından olan Vega, 12 yıldan bu yana ilk albümünü çıkardı.
Her şeyden öte zamansız, yıllar sonra aynı tatla dinlenebilecek bir albüm olmuş. Grubun kurucusu ve müzik mimarı Deniz ve Tuğrul Akyüz ikilisinin eline sağlık.
Vega müziğini tanımlamak kolay değil, rock ve elektronik arası bir sound, Deniz’in derinlikli sesiyle çok farklı boyutlara uzanır.
Bu albüm için 5 yıldır kayıt yapan grup bu uzun zamanın hakkını veren şarkılar çıkarmış.
Albüme adını veren “Delinin Yıldızı” grubun sound anlayışını en iyi gösteren şarkı. Sözler müthiş çok hoşuma gitti; “düşmüş delinin yıldızı/yüzüyor ayağımın ucunda/rüyamın en garip yerindeyim/düşmüş aşkların en haksızı/yanıyor kalbimin ucunda/ve ben hala onun elindeyim”.
Türkçe pop sularında “Arzuhal” var sadece.. Gerisi kendi kimliklerini yansıtan parçalar; “Sevgilim” çift ses vokale eşlik eden arka plandaki dinamik gitar rifleri çok etkileyici, en beğendiğim iki parça arasında “Komşu Işıklar” Deniz’in etkileyici yorumuyla, sözleriyle zirve yapıyor, diğeri yine dinamik gitar partisyonlarının sürüklediği “Sonunu Söyleme Bana”.
Esasında albümde beğenmediğim parça yok, son zamanlarda bütünüyle hiçbir albüm beni böylesine ele g
Darren Aro-nofsky’nin Venedik Festivali’nde hem yergi, hem de övgüyle karşılanan filmi “Anne!” vizyona girmesiyle birlikte aynı tartışmaları daha yaygın bir anlamda başlattı.
Filmden nefret eden ve başyapıt olarak tanımlayanlar ikiye bölündü. Orta akım seyirlik filmlerin öykü anlatımından uzakta, teolojik ve felsefevi açılımları tartışmaların odak noktasını oluşturuyor.
Bir ev içinde yaşanan gerilimi herhangi bir tür içine sokmak zor. Hele korku filmi beklentisiyle salona giden seyircinin ters köşe olması, “bu ne ya” demesi kaçınılmaz.
Aranosfky senaryosunu da kaleme aldığı öyküsünde bir aile yapısı içinde adeta tüm insanlığın öyküsünü anlatıyor. Evin kadını düzen ve sevgiyi temsil eden bir Havva’yı (Jennifer Lawrence), O, erkek ise bir nevi Tanrı’yı (Javier Bardem) oynarken, eve gelen bir takım yabancılarla tüm düzen bozulur.
İnsanlığın tüm kaosu, vahşeti ve kendi kendini yok etmesi adım adım açılan bir anlatımla ortaya çıkıyor. İkinci yarıda artan tempo kaosu, savaşları, insan vahşetini, açgözlülüğünü, tapınma ihtiyacını sonuçta mahşere kadar varmayı müthiş bir görsellik ve anlatımla sunuyor. Erkeğin kadın sevgisinden bencilce beslenmesi, nefis göndermelerle çıkıyor karşımıza.
Avustralyalı rock müzisyeni Nick Cave, çok sevdiğim bir sanatçıdır. Şarkılarını kendi besteler, hepsinde yaşanmışlıklar, acılar ve melankoli vardır.
Beste yaparken kontrpuan diye adlandırdığı, tezatlıklar üzerinden yola çıktığını söyler.
Kendi dünyasını anlattığı “Dünyada 20.000 Gün” adlı belgeselini defalarca izlemişimdir. DVD’si masaüstümün ayrılmaz bir parçasıdır. Bu belgeselde Cave’in sahnede olmanın ne olduğunu tanımlaması beni çok etkiler. “Herkes hayatının bir noktasında bir başkası olmayı, başka bir şeye dönüşmeyi arzulamıştır. Sahne benim bu dönüşümü yaşadığım yerdir. Orada olmak istediğim insana dönüşüyorum” der. Bunun vazgeçilmez bir duygu ve mutluluk olduğunu, bağımlılık yaptığını söyler. Kendi kimliğini bir dönüşümden geçirip bir rock yıldızına, mitlerle dokunmuş bir yaşama evrildiğini anlatır. “İnsan bir anlık bile olsa sahnede başka bir mertebeye ulaşabilir, o anlarda bir tür tanrıdır, sahne önündeki insanların arayışlarına, arzularına bedeniyle, sözleriyle karşılık verir”.
Bu durumun tüm sahne sanatçıları için geçerli olduğunu düşünüyorum. Seyirciyle kurulan bağda bu dönüşümü, başkalaşmayı bilinçdışı bir parlama gibi algılıyorum. İçindeki birikimin çevreden
İZ
Yönetmen: Agnieszka Holland
Oyuncular: Agnieszka Mandat-Grabka, Marcin Bosak, Wiktor Zborowski
‘İz’ çevrecilik sorunlarını ve hayvan haklarını polisiye bir gerilim dokusu içinde işliyor. Bu iki tezat dokunun bir araya gelmesi nasıl oluyor, derseniz yanıtım sorunsuz değil olur. Öncelikle öykünün yavaş akışı içinde, polisiye gerilim bir süre sonra etkisini kaybediyor. Finaldeki sürpriz gelişmelerle aniden geri dönüyor, bu kez de inandırıcılığını kaybediyor.
Polonya sinemasının Polanski, Vajda, Skolimowski gibi yönetmenler yetiştirmiş köklü bir temeli olduğunu biliyoruz. 70 yaşındaki Agnieszka Holland’da bu geleneğin bir parçası. Hikayesi Polonya Çekya sınırındaki Klodzko Vadisi’nde geçiyor. İngilizce öğretmenliği yapan Janina Dusjezko iki köpeğiyle birlikte yaşadığı bu harika doğa içinde çok mutludur.
Bir gün ortadan kaybolan iki köpeği, Janina’nın tüm huzurunu kaçırır. Çevresinde yasal avcılık çerçevesi içinde öldürülen hayvanlara odaklanır. O, hayvanların gerekçe ne olursa olsun öldürülmesine karşıdır. Yerel yöneticiler, kilise, kürk ticaretiyle zenginleşmiş tüccarlar onun yüksek sesli eleştirilerinden nasibini alır. Olayların polisiye olaylarında ise aniden kasabada seri cinayetler