Bahar Korçan, Hakan Yıldırım, Arzu Kaprol, Hatice Gökçe, Bora Aksu, Elif Cığızoğlu, Ümit Ünal, Özgür Masur, Zeynep Tosun, Zeynep Erdoğan... Hepsi Türkiye’de ilk akla gelen moda tasarımcılarından. Farklı tarzları var ama çok önemli bir ortak noktaları da var. Hepsinin çıkış noktası aynı, hepsi bir moda tasarım yarışmasında keşfedildi.
Koza Genç Moda Tasarımcıları Yarışması, moda sektörü için çok önemli. Dile kolay, 22 yıldır yapılıyor. İHKİB (İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği) ve Moda Tasarımcıları Derneği yarışmayı sahipleniyor, Ekonomi Bakanlığı da destekliyor. Arkasında ciddi bir çalışma ve heyecan var.
Karşımda moda tasarımcıları Hakan Yıldırım ve Mehtap Elaidi (aynı zamanda Moda Tasarımcıları Derneği Başkanı) ve İHKİB Başkan Yardımcısı Volkan Atik var.
Hakan Yıldırım başlıyor anlatmaya, “Koza’nın önemi, devamlılığının olması” diyor ve ekliyor: “Türkiye’de bırakın böyle bir yarışmayı, herhangi bir şeyin 22 yıldır devam etmesi önemli. Bu yarışmaya katılan gençlere söylüyorum, burada yapılanları sizin için sadece aileniz yapar, tabii eğer maddi imkanları buna elveriyorsa.”
TECRÜBE KAZANDIRIYOR
Koza Genç Moda Tasarımcıları Yarışması, sadece
Geçen hafta Sofa Hotel’de bir sergi gezdim; Beyaz Müzayede’nin kurucusu Aziz Karadeniz ile...
Sergide bu akşam Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nde gerçekleşecek müzayedede satışa çıkacak eserleri birlikte inceledik.
Orhan Peker’in 400-600 bin TL fiyat aralığında satışa sunulan ‘Özden, Komşu ve Başka’ adlı başyapıtından, Fahrelnissa Zeid’in 300-450 bin TL tahmini fiyat aralığıyla satışa çıkan ‘Çerkez Gelini’ne kadar ön plana çıkan eserler var.
YILDA 4 MÜZAYEDE
Sergiyi gezdikten sonra Aziz Karadeniz’le sanat piyasasını konuştuk, anlattıkları şöyle...
“1990’lı yıllarda Türkiye’de çok çağdaş sanat eseri alıcısı yoktu. Eser almak istediğinizde çok kolay ve çok makul rakamlara alabiliyordunuz. O tarihlerde bir profesyonel olarak maaşımla alamadığım Türk ressamı yoktu. Fakat çağdaş sanatı ne kadar kolay alabiliyorsanız, satmanız da o kadar zordu...
30 Mayıs gecesi bir kitap okudum, hayatımızın nasıl değiştiğini bir kez daha gördüm. Çınar Oskay’ın ‘Haziran: Gezi ve Şehrin En Güzel Yazı’ydı okuduğum kitap, bir gecede bitti.
31 Mayıs’ta olacaklara hazırlıklı ama yine de umutlu başlamama neden oldu.
Sokağa çıkar çıkmaz polis otobüsleri, sivil polisler ve inşaat makineleriyle burun buruna geldim. Hala umutluydum...
Nişantaşı’ndan Taksim’e gidemiyorduk.
Şehir hatları vapur seferleri iptal edilmiş, metro kapanmış, helikopterler tepemizde cirit atıyordu. Böyle bir ‘olağanüstü hal’ durumuna rağmen hala umutluydum...
CNN International muhabiri Ivan Watson canlı yayında ‘One minutes’ diye sorguya çekilirken; Taksim’de otellerde kalan turistlere polis pasaport kontrolü yaparken ve hatta turistlerin gözlerindeki korkuyu izlerken bile hala umutluydum...
Türkiye’de yaşayan Amerikalı gazeteci Laura Wells, bir yabancının gözünden Türkiye’yi anlatırken, “Beş yıl önce ‘İstanbul nasıl bir yer?’ diye merakla soruyorlardı, iki yıl önce ‘Kesinlikle İstanbul’a geleceğiz’ diyorlardı, şimdi ise sadece ‘Çok tehlikeli bir yer’ diyorlar” diye özetliyordu gelinen durumu. Bunu bir yabancıdan duymaya bile gerek yoktu, farkındaydık ama yine
Leyla Alaton salı gecesi ArtInternational 2014 için evinde bir davet verdi. Davete katılan ArtInternational’ın kurucusu Sandy Angus: “İstanbul’da üç sanat fuarı var; Tüyap, Contemporary İstanbul ve ArtInternational. Bu şehir üç fuara da yeter!”
(Soldan sağa) Tansa Ekşioğlu, Leyla Alaton, Sandy Angus, Isabella Icoz, Yeşim Avunduk
Hande Ataizi ve eşi Benjamin Harvey bir köşede Amerikalı bir çiftle sohbet ediyor. İnci Aksoy, New York’ta yaşayan kızı Eda’ya Leyla Alaton’un yakında Ankara’da sergilenecek sanat koleksiyonunu gösteriyor. Tansa Mermerci Ekşioğlu ve Zeynep Öz birlikte kurdukları çağdaş sanat platformu Spot’tan söz ediyor. İngiliz Başkonsolosu Leigh Turner, heyecanla yeni yazdığı romanı anlatıyor. Park Hyatt Maçka Palas’ın ilk kadın genel müdürü Gözde Eren, İstanbul’dan önceki otelcilik macerasından bahsediyor. Ev sahibi Leyla Alaton ise hem misafirleri karşılıyor hem de birbirleriyle tanıştırıyor.
Tuhaf ama birbirini hiç tanımayan hatta ilk kez bu gece tanışanların çoğunun birbirini Twitter’dan takip ettiği ortaya çıkıyor. Özellikle Benjamin Harvey ve Leigh Turner gecenin Twitter yıldızlarından. Artık sadece Türkçe konuşmuyorlar, Türkçe yazmayı da öğrenmişler,
Ne kadar çabuk geçti bir yıl. Gezi’nin ilk gününü dün gibi hatırlıyoruz. Unutacak, unutturacak bir gün bile geçmedi zaten. Bu bir yılda günlerce, aylarca konuşabileceğimiz çok vahim şeyler yaşandı. Birçoğunun üstü birkaç günde kapatılıp geçildi. Hatırlanan tek bir şey kaldı geriye, Gezi ruhu.
Gezi ruhu farklıydı... Asla bir araya gelmeyeceğini düşündüklerimizi bir araya getirdi. Çarşı, Fenerbahçe ve Galatasaray bile ilk defa bir aradaydı. Ne düşünce farkının bir önemi vardı, ne takımların, ne sınıf farkının...
Bırakın İstanbul halkını, perakendeciler bile İstanbul’un göbeğine AVM yapılmasına karşı çıktı.
KENDİLİĞİNDEN GELİŞTİ
Gezi, uzun bir bekleyişin ardından geldi, tamamen kendiliğinden gelişti.
Biber gazından ya da TOMA’lardan kaçanlar yanlışlıkla birbirlerine çarptıklarında birbirlerinden özür dileyecek kadar nazikti.
Dün öğleden sonra Karaköy’de her zaman gittiğim kafelerden birinde oturuyorum. İki arkadaş hararetli bir sohbetteyiz...
Birden sohbetimiz bölünüyor, “Hadi kalkın” sesiyle. Başta anlamıyoruz, kimin bizimle “Çabuk kalkın lan” tonunda konuştuğunu.
Ben yine her zamanki gibi iyi niyetliyim; sokaklarda kanalizasyon çalışmaları var, bizi çalışmalar nedeniyle kaldırıyorlar sanıyorum. Sonradan fark ediyorum ellerindeki telsizlerle zabıta görevlilerini ve sivil polisleri.
Buna uyanmam da ancak bir kamyonet arkasına toplanan masa ve sandalyelerle burun buruna gelmemle oluyor.
Trafiğe kapalı daracık bir ara sokakta ısrarla sokağa atılmış birkaç masayı da kaldırıyorlar.
Bir kafeden kalkıp diğerine geçiyoruz.
Bir süre sonra buraya da geliyorlar. Bir köşe kapmaca durumu başlıyor. Kafe çalışanları son sürat masaları sandalyeleri topluyor. Yangından mal kaçırırcasına hummalı bir çalışma.
Dün Milliyet’te görmüşsünüzdür, Songül Hatısaru’nun Gökkafes’teki Ritz Carlton Oteli'nin müdürüyle yaptığı röportajı.
“Otelin terasına domates, fesleğen, kekik ektik. En büyük lüks bu" demiş İtalyan müdür Massimiliano Zanardi.
Bu satırları okurken bir kez daha hatırlıyorum, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Roma ziyaretinde "Şehrin yüzlerce yıllık ihtişamlı binaları, meydanları, sokakları öyle korunmuş ki, ne bir gökdelen ne de bir AVM var" dediğini.
BEŞ YILDIZLI SEBZE BOSTANI
Günümüzde şehrin göbeğindeki bir gökdelendeki 5 yıldızlı otel de, ‘kişiye özel’ hissini artık lüks ürünlerle değil, onun yerine organik tarımla veriyor. Üstelik de bunu İstanbul’un siluetini en çok bozan binanın terasında yapıyor ve yine de seviniyoruz.
Artık gözümüz şehrin çirkinliklerine ve zevksizliklerine o kadar alışmış durumda ki, "Organik tarım olsun da nerede olursa olsun" diyoruz.
“Bu gençler bize çok şey öğretti ve bazıları hayatlarını bir anlamda bizim için feda etti” dedi Nuri Bilge Ceylan, Gezi’yi kastederek, Altın Palmiye’yi aldıktan sonra yaptığı basın toplantısında.
Aynı saatlerde “Memleketini, insanını sevmek, onu anlamaya çalışmak; öyle değil böyle olur. Tebrikler Nuri Bilge Ceylan!” tweet’i geldi Cem Yılmaz’dan.
Nuri Bilge Ceylan, Cannes’da Cansu Çamlıbel’e verdiği röportajda şöyle demişti: “Sanatçının varsa bir görevi bu; bir gazeteci gibi sosyal meselelere dikkat çekmeye çalışmaktan çok (ki bu ülkemizde birçokları tarafından sanatçının asli görevi olarak düşünülüyor), yaşadığı kültürün içinde eksikliğini duyduğu birtakım temel insani dürtülere işlerlik kazandıracak bir manevi iklim oluşturmasıdır.
İtirafı bir üst değer haline getirmeye çalışması, gizlemek ve bir suç olarak saklamak zorunda hissettiğimiz duygularımızla yüzleşmemize neden olması ve bizim ülkemiz için en önemlilerinden biri olarak belki, utanma eşiğimizi düşürmeye çalışması gerekir. Yani bunları sanatın görevi olarak söylemeyeyim de, böyle yapması dikkat çekmek için filme çekilmesi istenen sosyal problemlere daha çok yarar sağlar anlamında bunu söylüyorum. Yani bir