<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Guten abend Dortmund.
Juventus'a da "golünü" atmıştı. Ve de öyle bir maçta öyle bir gol atmıştı ki... Kameralar onu kovalıyordu, tabii arkadaşları da... Petre ha yakaladı, ha yakalayacaktı. Kendi atmışçasına seviniyordu "garibim". Sarrrılmak istedi. Hakan Şükür sertçe itti onu. "Sen kim oluyorsun da bu gol fotoğrafına bu kadar kolay benle girmek istiyorsun" gibilerinden bir ifadeyle hem de. Kore - Japonya'da... Mustafa İzzet'e de yapmıştı bir maçta. Çocuk öyle korkmuştu ki, donmuştu sanki, sonra "abileri", "Hadi gel sen de sevin" gibilerinden bakmışlardı da, o da onlarla beraber ancak sevincin sonunda sevinebilmişti. Sonra "Rumen"den kaçtı, diğerlerinden de... Sonra formasını kaldırdı, sonra da işte eşinin doğum gününü kutladı. Son senelerde arada sırada atıyordu, "anlamlıydı" zaten golleri. Yine de "o" her golüne farklı bir anlam katmayı seviyordu. Ya lösemili bir çocuğa, ya bir Mehmetçik anasına bağışlıyordu... Bu gol de çok sevdiği eşineydi işte. Bir keresinde ne yapsınlar "golünü" kırdır da parasını ver demiştim de, bir siyasi kuruluşun bütün yandaşlarından aldığım ciddi tehdit sayısı, vallahi de billahi de "yüzleri" bulmuştu.
Boncorno Torino!
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Evet, oldukça "kalabalıklar" ama tabii "kuru" lar da... Sahaya çıkan "11" i de boşverin işte. On bir tane "biri" işte. Adları "11" de mesela "tad"ları "yedi"lik bile değil, hatta "beş" lik de, hatta belki "üç" lük de...
Evet "kalabalıklar". Suat, Arif, Ümit, Volkan, Prates, Hakan Ünsal kulübedeler mesela. "On sekiz"in içi böyle de, dışı farklı mı? İşte Hasan Şaş, işte Tamas, işte Murat Erdoğan, işte Ömer, aklıma hemen gelenler bunlar... "Daha"sı da var üstelik. Onlar da bir anda aklıma gelmeyenler. Bu kadar "kalabalık" ın ilk kırk beşte bulduğu pozisyon sayısı rakamla 2. Yazıyla da iki. Yedikleri de iki. Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun bu "çok" luktan çıkan herhangi bir "11"inin dünkü Trabzon karşısında bu kadar da "yok" luk çekmemesi lazım.
Tamam, bir "Yattara'msı" ları bile belki yok. Bir "Gökdeniz'imsi"leri bile de yok. Hatta "Fatih Tekke'msi"leri bile yok. Bu üçü de farkettiriyor tabii. Ama işte Trabzon'da da bir "Frank'ımsı" yok. Ve "o" Trabzonlu "üç tehlikeli" den daha çok farkettiriyor tabii. "O", "onlar" dan daha da tehlikeli. Bir "Trabzonluğuna" mesela Terim'in asistanı olsam, bir yolunu bulup Bülent'in kulağına fısıldardım: "Aman kaptan,
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Giovanni Trapattoni için Sinyor abi (Can Bartu), "Pele, İtalya'ya geldiğinde "O"nu tutar, "O" yokken de beni derdi o kendine özgü uslübuyla. O "dün"lerin defansçısıydı yani. Sonra teknik direktör oldu... "Teknik"sizdi, daha çok da direktör oldu. Hep Pele ile oynayan İtalyan, takımlarını da hep karşısında Pele'ler varmış gibi oynattı zaten. Floransa'nın en pahalı ve en bol hücumculu 11'inin gol planını, Batistuta'nın frikikleri ve 1 - 0'ların üzerine kurarak çıldırtmıştı da Floransalıyı... Sonra da kovulmuştu zaten. Yerine de Terim getirilmişti. Fiorentinalı'nın Terim'e olan "aşkı"nın, bir önceki sevgilinin defans direktörü Giovanni olmasının hiç mi rolü yoktu yani.
"Hector senden nefret ediyoruz"
İnter'in hem liginde, hem de şampiyonların liginde en tırmandığı sene, Arjantinli Hector Cuper'in de Milano'da "en nefret edilenler"in Top 10'unda en yukarı tırmandığı seneydi. Üstelik "En nefret edilenler"in 10'unun 9'u "O" hariç futbolun da dışındandı.
38 kişilik 8 santrforlu o İnter'i, o kadar çok "fut"la, o kadar az "bol" oynatmak için gereken her türlü özel yeteneğe de sahipti anlayacağınız Arjantinli anti-futbolist Hector hoca. Milanolu "O"na,
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Olimpik "taraflı"da taraftarsız oynayacağına o "tarafsız"da (!) Eurolu taraftarlı Dortmund gecesi Galatasaray'ın bu seneki en büyük defosunun ne Yıldıraysız'lık, ne Gökdenizsizlik, ne şusuzluk, ne busuzluk olmadığını, Ali Sami Yensizlik olduğunu çok net olarak bir kere daha gösterdi, birşey daha gösterdi... Dortmund'lu gecenin fotoğraflarında bol bol Terim, tabii Mondragon, sonra Hakan, Hasan, Berkant vesaire vardı tabii. Ve de gayet tabii. O "özlenen" gecede "tribündeki binler" kısaca "beklenen binlerdi".
Peki ya uzunca... Vasıfsız "işsiz"in aylığı bile 900 - 1000 Euro olmuş oralarda. İki sene mi ne ödüyorlar o "işsiz"e (!). Yok "krank"a (hasta) çıkınca, (Alamancı dilinde viziteye çıkmak) "krank" parası, yağmur yağınca yağan yağmurun o "ilave" parası, hemen hemen hepsinin evinde karısı, bacısı, hiç olmazsa bir çorbası, "sap"larının da çoğu "sevgi"li olmasa da yine de birer sevgilisi. "İşsiz"i bile "işli" gibi işte. "O gün"leri de garantide, tabi "yarın"ları da...
Hasretin lüksü
Mutlu bir kalabalık onlar anlayacağınız. Belki bir kısmı Türkiye hasreti çekiyorlar da... Bizdeki, bir İstanbullu derbide oradaki şartların hasretini çeken o mutsuz
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Bölücübaşının Roma'da olduğu "dün"lerdi. Benim de Via Sicilia 102'deki stüdyomda oturduğum günler. Ortalık karmakarışık bir dandik bir Napoli pizzası gibi olmuştu. Türkiye'de, İtalya'ya karşı yükselen tepkilerin bir türlü önüne geçilemiyordu. Politikacıların isimleri Lippi'nin, Del Piero'nun, Hagi'nin, Terim'in yine önüne geçmişti. Mesela bizim Fabio'nun karısı "Schröder Galatasaray'ın yeni yabancısı mı?" bile demişti; "İsmet (Sezgin) kim peki?, ya da Mesut (Yılmaz)? isimlerini hiç duymadım da"...
Silvio Berlusconi muhalefet lideriydi. Bütün televizyon kanallarında, bütün gazetelerinde PKK'ya giydirttikçe giydirtiyordu. Bir businessman'di o, Türkiye'yi kaybetmek istemiyordu. Başbakan D'alema rakibiydi tabii. Kaybetmeliydi de tabii. Uzatmayalım, Luciano Moggi çabuk pes etti. O günlerde bile geldiler İstanbul'a. Gelmek istemeselerde, öyle veya böyle getirildiler İstanbul'a. Silvio kazanmıştı. Türkiye'yi de kazanmıştı. Tabii Türkiye de kazandı. D'alema kaybetti. Zaten sonra da hepten bitti, gitti... İşte Silvio başbakandı.
Kim bu Luciano?
İtalya'da futbolun en kurnazı o. Futbolu saha dışında en iyi oynayan İtalyan da o. En "bilen"i, en "beceren"i,
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Lucescu'nun "A" planı yine Sergen'di. Ama galiba tek planı da... "B" si de sanki yoktu. Hatta "C"si de... Hatta "D"si de... 30 küsurdu galiba... İşte Beşiktaş'ın ilk 45'teki penaltısı hariç tek "gollük"ü... Pozisyonun başında Sergen'in pası vardı, sonunda da zaten yine Beşiktaş'ın Sergen'i vardı. "45"in artısında da işte yine o "A" planı vardı, ya da "AAA penaltı" vardı.
Beşiktaş'ın Kolombiyalısı'nın önündeki "3"lü, o "3"lünün önünde "5" li, onların biraz önündeki Sergen ve en öndeki İlhan Mansız... Lucescu maç gününün, "dün"ünde herkesin önünde "çıkın alın üç puanı" demişti. Oradaki "herkes"e göre ya söylediğine kendi de inanmamıştı, ya da pek inandıramamıştı. Beşiktaş'ı sanki "bir" puana oynatıyordu. Üstelik geride çabuk kızaran Emre, çabuk kızan Zago ile ileride almadığı riski bence geride alıyordu. Maç öncesi önümdeki televizyon ekranı soyunma odasının önünü gösteriyordu. Beşiktaş öyle gergindi ki, mesela yan hakem kramponları kontrol ediyordu. Bu kontrol bile Beşiktaş'ı belli ki acayip geriyordu. Dört puanlı Lazio gerileceğine 6 puanlı Beşiktaş niye bu kadar geriliyordu. Üstelik maç öncesi Lazio'nun Roberto Mancini'si fenalaşmış, Lazio coachsuz da
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Batista orta saada her yere koşuyor belki, rakibi de bozuyor belki. Ama Galatasaray'ı da bozuyor. Üstelik "belki"siz bozuyor. "Top"suz oynayanlardan o. "Top"la oynayamayanlardan da. Marcel Desailly anlatıyordu. Milan'da ilk maçına çıkarken Fabio Capello, "Defansın önünde her topa sulanacaksın, kaparsan da ya Saviçeviç'e vereceksin, o müsait değilsen de Baresi'ye vereceksin" demiş. Batista Galatasaray'ın Desailly'si değil tabii. Ama Desaillyvarisi. Galatasaray'ın Saviçeviç'i de yok tabii. Saviçeviç gibisi de. Belki gibisinin gibisi de. Ama Baresivarisi var: Frank de Boer. Bir ona verince oyun biraz rahatlıyor zaten. O da çok yakınındaysa, Batista biraz uzağındakine top da veremiyor zaten. Yakınındaki Sabri'ye, Ayhan'a, Hasan'a, Prates'e de verse ne olacak ki sanki. (Ergün de tribünde). Onlar da uzun ve araya top atmada Batista'nın bir fırt daha iyisi değil mi sanki. Kalecilerinin Bratu'ya attığı o uzun topun gibisini bile, 90 küsür dakika boyunca tüm orta sahası atamadı mesela. Bratu seviyor o topları, belli (Gol oldu zaten). Ama gibisini bile atamadılar. Galatasaray'ın orta sahası "top"suz belki koşuyor, belki rakibi sıkıştırıyor da. Belki rakibini rahatsız
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Her "nece"yse bu dil, o işte. Belki biraz "İbo"ca, biraz "Çakar"ca, biraz "kebap"ça, hesapta delikanlıca ve de küstahça. Ve ve ve de tabii çok uyanıkça. Mesela dizilerde o dil var. "Talk"larda da, "şov"larda da, tabii "spor"da da, "restoran"larda, "bar"larda da. Bu dili seçenler gittikçe öyle de çoğalıyorki. En yumuşatılmışı, sevimlisi bile "taşfırın"ca işte. Sık sık, gerekse de, hatta hiç gerekmese de "takım elbiseli", mesela çoğu siyah süetimsi, üstü taşlı, bağsız pabuçlu, bence tabii karikatürizeler, çoğu siyah bir "dört teker"le motorizelerde, kafa kağıtları plakalarında, kalabalıklar da, yanlarında onlardan çok "onlarcı". Gelene geçene yazılıyorlar da...
İşte Letonya'daki hakem zaten satmıştı kendini. Şerefsizdi de. İstanbul'da "Ümitler"inki sadece şerefsizdi. Pierluigi'ye bile sulanmadı mı bunlar? Allah'tan bunları kimse adam yerine koymuyor. Yoksa bir "yarım celse"likler zaten. Söylediklerini kimse kaale de almıyor. Sıkışınca da hooop, dönüyorlar zaten.
- Yok öyle demek istemedik.
- Yok valla billa böyle demedik.
Bu dil, sahibini de gittikçe "in" yapıyor. En başkanından en vasıfsız memuruna, yöneticisinden futbolcusuna, tribünün en